ABD’de 1947-1957 yılları arasında geniş kapsamlı bir “cadı avı” yaşandı.
“Sinemanın kalbi” Hollywood’da çalışan yüzlerce oyuncu, yönetmen, senarist komünist olmakla ve Amerika karşıtı faaliyetler yapmakla suçlandı. Bir çeşit özel amaçlı mahkeme olan bir Komite’de[1] sorgulandılar. Sadece dönemin ABD politikalarına muhalif oldukları için işlerini yapamaz hale geldiler. Bu Komite’de soruşturmaya uğrayanlar çok farklı tutumlar sergilediler. Soruşturmalar sürecinde özellikle iki kişinin davranışı çok konuşuldu. Bunlardan birisi ünlü yazar Arthur Miller ve diğeri de dönemin ünlü yönetmenlerinden İstanbul doğumlu Elia Kazan.
Aynı zamanda bir zamanlar iki yakın dost olan Elia Kazan ile Arthur Miller ve filmleri bu yazının konusunu oluşturuyor.
Hollywood kara listeleri ve komünist avı
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki “Soğuk Savaş”, Amerikan iç ve dış siyasetinin belirleyeni oldu. Amerika’daki egemenler öncelikle kendi saflarını sıklaştırmaya yöneldiler. Bu çerçevede birçok alanda casusluk hikâyesi yazdılar; bir yandan topluma “komünizm korkusu” tohumları ekerken diğer taraftan muhalifleri temizlediler. ABD sinema endüstrisinde, Hollywood’da başlatılan komünist avı uzun süre gündemi işgal etti.
Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (House Committee on Un-American Activities) isimli komite, 1947 yılında Amerikan film endüstrisinde kapsamlı bir soruşturma başlatır[2].
29 Temmuz 1946 tarihli The Hollywood Reporter dergisinde, aynı zamanda derginin de sahibi olan William R. Wilkerson “Joe Stalin için bir oy” başlıklı bir yazı yayımlar. Bu yazıda Hollwood’daki komünist sempatizanlar olarak Dalton Trumbo, Maurice Rapf, Lester Cole, Howard Koch, Harold Buchman, John Wexley, Ring Lardner Jr., Harold Salemson, Henry Meyers, Theodore Strauss ve John Howard Lawson isimlerini listeler. Wilkerson listeyi büyütmeye devam eder, ağustos ve eylül aylarında sinema dünyasının birçok ismini de bu listeye ekler.
1947 yılı Ekim ayında, derginin yayımladığı isimleri temel alan Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi, onlarca kişiye ifade vermeleri veya şahitlik için çağrı çıkartır. Suçlama gerekçesi ise bu kişilerin filmlerinin içine “komünist propaganda parçaları enjekte etmeleri” idi.
Duruşmaların açılışı, şahit olarak çağrılan Walt Disney ve Amerikan Oyuncular Sendikası Başkanı Ronald Reagan ile yapılır.
Walt Disney ifadesinde Herbert Sorrell, David Hilberman, William Pomerance ve eski animatörlerinin, işçi sendikası temsilcilerinin isimlerini verir ve onların komünist ajitatörler olduğunu söyler. 1941 yılındaki Hollywood grevinin, Hollywood’daki komünist etkinin artırılması için bu kişiler tarafından örgütlendiğini de ifadesine ekler. Reagan ise sendikasında küçük bir kliğin komünist taktiklerle sendika yönetim kurulunu etkilemeye çalıştığını ancak onların komünist olup olmadıklarını bilmediğini ifade eder. Duruşmada şahit olarak ifade veren aktör Adolphe Menjou ise “Eğer komünistler bir cadı ise ben bir cadı avcısıyım, ben bir kızıl düşmanıyım. Onların hepsini Rusya’da görmek istiyorum” diyerek koroya katılır.
Hollywood’daki “cadı avı”nı alkışlayan sinemacılar olduğu gibi birçok önemli Hollywood figürü de buna karşı duruş gösterdi. Yönetmen John Huston, oyuncular Humphrey Bogart, Lauren Bacall ve Danny Kaye’in öncülüğünde bir düşünce ve ifade özgürlüğü topluluğu oluşturdular ve hükümetin film endüstrisini hedef alan girişimini protesto ettiler.
Biri yönetmen diğerleri senaryo yazarı 10 kişi, “Anayasadaki düşünce ve ifade özgürlüğü”ne dayanarak Komite’ye ifade vermeyi reddeder. Daha sonra “Hollywood 10”u[3] adı verilecek olan bu 10 sinemacı, diğerlerine ibret olsun diye cezalandırılır. Her birine bugünkü değeri ile 10 bin 700 dolar para cezası ve 6 ay ila bir yıl arasında hapis cezası verilir.[4]
CounterAttack isimli bir dergi tarafından 22 Haziran 1950 tarihinde “Red Channels: the Report of Communist Influence in Radio and Television” (Kızıl Kanallar: Radyo ve Televizyonda Komünist Etkinin Raporu) adıyla 213 sayfalık bir broşür yayımlanır. Bu broşürde 151 kişilik senaryo yazarı, aktör, yönetmen, müzisyenlerden oluşan bir liste vardır. Charlie Chaplin, Orson Welles, Paul Robeson gibi ünlü isimler de listededir. Endüstri bu listeyi temel aldı ve onlara 1960’lara kadar sinema ve müzik dünyasında iş vermedi.
Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi, 1952 yılında yeniden yoğun bir soruşturma süreci başlatır. Soruşturmalarda komiteye ifade vermeye gelen herkese sadece tek bir soru soruluyordu:
“Komünist Parti’ye üye misiniz ya da hiç üye oldunuz mu?”
Eğer Komünist Parti’ye üye olan arkadaşlarının isimlerini verirlerse affediliyorlardı.
Bu kişiler birçok kanaldan ihbarcılığa zorlanıyorlardı. Aslında zaten yasal bir parti olan Komünist Parti’nin üyeleri ve ünlü kişilerin politik görüşleri biliniyordu .[5] Amaç psikolojik harp teknikleri ile topluma mesaj vermek, komünizm korkusunu körüklemek, sol-sosyalist ve muhalif düşünceleri sanat kültür alanından başlayarak yok etmekti.
Sürekli güncellenen Hollywood kara listesinde yer alanlar yıllarca işsiz kaldılar. Ancak 1960 yılından sonra onlara Hollywood’da iş verilmeye başlandı. “Hollywood 10”lusu içinde yer alan Dalton Trumbo’nun Otto Preminger’in yönettiği “Exodus” ve Kirk Douglas’ın oynadığı “Spartaküs” filmlerinin senaryolarını yazması yasağın kalkmasının miladı olarak kabul edilir.[6]
Birçok kişiye yöneltilen “filmlerin içine komünist propagandayı enjekte etme” suçlamasına karşılık, ironik olarak “Amerikan egemen ideolojisinin filmlere enjekte edilmeye başlanması” da aynı döneme rastlar. Artık sinema endüstrisine FBI’ın bir takım mekanizmalarla müdahale etmesi söz konusudur. Bu dönemde FBI Başkanı Edgar Hoover, soruşturmaları ve kara listeleri yakından takip eder.[7]
ABD’yi yönetenler de sinemanın toplum üzerindeki etkisi ve “rıza oluşturma gücü”nün farkındadır artık. 10 yıl süren cadı avı ile Hollywood’u önce sarstılar, sonra sol düşüncenin en simge isimlerini temizlediler, kalanları da ehlileştirdiler. Bu dönemden sonra Hollywood, Amerikan toplumunun ve dünyanın “Soğuk Savaş”ın ve sonraki politikalarının gereklerine göre hazırlanmasında çok önemli roller üstlendi.
Arthur Miller ve “Cadı Kazanı” filmi
1915 Harlem doğumlu Arthur Miller, ABD’nin en büyük oyun yazarlarındandır. “Hepsi Oğlumdu”, “Satıcının Ölümü” ve “Cadı Kazanı” onun en bilinen tiyatro oyunlarıdır. Marilyn Monroe’nun başrolünü oynadığı ve John Huston’un yönettiği “The Misfits” (Uygunsuzlar, 1960) adlı filmin senaryosunu yazdı.
O, yazdıkları, ürettikleri yanında “cadı avı” dönemindeki tutumu nedeni ile de unutulmadı. Miller, Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin “cadı avı”nın kurbanı oldu.[8] 1957 yılında Komite tarafından sorgulandı. Komite’nin karşısına eşi Marilyn Monroe ile çıktı. Arkadaşlarının hiçbirisinin adını vermedi. 31 Mayıs 1957 tarihinde Komite onu suçlu buldu. Pasaport başvurusunu reddetti, 500 dolar para cezası ve 30 gün hapis cezasına çarptırdı. Ancak hapis cezasının ertelenmesi nedeniyle hiç hapis yatmadı.
Hollywood’daki “cadı avı” süreciyle benzerlikleri bulunan “Cadı Kazanı” oyunu ilk defa 1953 yılında sahnelendi. Sonra başta ABD olmak üzere tüm dünyada ünlü oldu.[9] Soruşturmalar sürerken böyle bir oyunun yazılması ve sahnelenmesi, Arthur Miller’in “cadı avı”na karşı aktif bir mücadelesi olarak görülmelidir.
“Cadı Kazanı” iki kez sinemaya uyarlanmış. Birincisi; Jean-Paul Sartre’nin senaryosu ile 1957 Fransız-Alman ortak yapımı “Les sorcières de Salem” (Salem Cadı Mahkemeleri) filmi.
Diğeri de Nicholas Hytner’in yönettiği, Arthur Miller’in senaryosunu yazdığı ve başrolünde aynı zamanda Miller’in damadı olan üç Oscar ödüllü Daniel Day-Lewis’in oynadığı, 1996 ABD yapımı “The Crucible” yani “Cadı Kazanı”.
Film, 1692 yılında ABD’de Massachusetts eyaletindeki Salem kasabasında gerçekte yaşanmış bir olayı ele alır. Cadılıkla suçlanan bir grup insanın cadı mahkemelerinde yargılanması, itiraf ve ihbara zorlanması ve idam edilmesini anlatır.
Daniel Day-Lewis, çiftçi John Proctor rolündedir. Kasabadaki birçok kadın cadılıkla suçlanmaktadır. Mahkeme, günlerdir hücrede işkence altında olan John Proctor’a ancak bir şartla özgürlüğünü vermeyi teklif eder. Eğer kasabadaki başka cadıların adlarını verirse serbest bırakılacak, itirafnamesi de kilisenin kapısına asılacaktır. Ancak Proctor bunu reddeder ve diğer masum insanlarla birlikte idam edilir.
Filmin özgün adı, “The Crucible”dır. Bu İngilizce sözcük, içinde madenlerin eritildiği büyük kapları anlatmak için kullanılır. Filmde karakterler, yüksek ısıda eriyen bir metali simgelemektedir. Ölümle tehdit edilseler bile onurlu yaşamaktan vazgeçmeyen, ihaneti ve itirafları reddedenler, ısıya en fazla direnenlerdir.
Filmin öyküsü ile Hollywood sanatçılarına yönelik bir çeşit “cadı avı” gibi süren soruşturmalar, yargılamalar arasındaki benzerlikler dikkat çekicidir. Filmi izleyen herkes, filmde başta Arthur Miller olmak üzere Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin baskılarına direnenleri de görür.
(Bu konuya “Rıhtımlar Üzerinde: Elia Kazan’dan ihanetin felsefesi” başlıklı yazı ile devam edeceğim.)
Dipnotlar:
[1] Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (1934-1975 yılları arasında “Soğuk Savaş” döneminde ABD Temsilciler Meclisi’nde oluşturulan anti-komünist komite. 1969’da Komite’nin adı “İç Güvenlik Komitesi” olarak değiştirilmiş, 1975’te ise yetkileri “Temsilciler Meclisi Adli Kurulu”na aktarılmıştır.)
[2] Bu dönem, “McCarthycilik” dönemi olarak da adlandırılır. Cumhuriyetçi Senatör Joseph Raymond McCarthy’nin anti-komünist faaliyetleri ve komünizmle mücadele yöntemlerinden yola çıkarak onun adı ile anılmasına rağmen, kendisinin Hollywood Cadı Avı Komitesi ile doğrudan bağı yoktur. Diğer taraftan 1969-1974 ABD başkanlığı yapan Richard Nixon bu komitenin 1947-1949 yılları arasındaki 9 üyesinden birisi olarak “Cadı Avı”na katılmıştır.
[3] Garry Cooper, Ronald Reagan, Robert Taylor ve “Hollywood 10”larının Komite’deki ifadelerinin videosunu İngilizce izlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=nJzV6-wJ3SQ
Ayrıca 1950 yılında John Berry tarafından, “The Hollywood Ten” adıyla 15 dakikalık bir belgesel film yapılır. Belgeselde “Hollywood 10” anlatılır. John Berry bu belgeselden sonra kara listeye eklenmiştir. Belgesel aşağıdaki linkten İngilizce olarak izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=taancRcLQ8o&feature=youtu.be
[4] Almanya’nın ünlü tiyatro yazarı Bertolt Brecht, Nazi döneminde 1939 yılında İsveç’e, ardından 1941 yılında Finlandiya üzerinden ABD’ye geçmiş. 6 yıl kaldığı ABD’de Hollywood için “Hangmen Also Die!” (Cellatlar da Ölecek!) filminin senaryosunu yazdı. Bir Hollywood senaristi olarak o da Komite tarafından ifadeye çağrılanlar arasındadır. Brecht, Komite’ye ifade verdikten bir ay sonra da ABD’yi terk ederek Avrupa’ya döner.
[5] 1919 yılında kurulmuş olan ABD Komünist Partisi’nin üye sayısı, 1940-1941 yıllarında 75 bine ulaşmıştı.
[6] “Hollywood 10”undan biri olan Herbert Biberman, hapisten çıktıktan sonra “Salt of the Earth” (Toprağın Tuzu) filmini yönetir. Filmi, yine Hollywood kara listelerinde olan yapımcı Paul Jarrico, yazar Michael Wilson, aktörler Rosaura Revueltas ve Will Geer ile New Mexico’da çekerler. 1953 yılında tamamlanan ve Meksikalı maden işçilerini anlatan film, ABD’li dağıtımcılar tarafından boykot edilir. Gazete ve radyolar filmin reklamlarını yayımlamaz. Film 1954 yılında ABD’de sadece birkaç düzine salonda gösterime girebilmiştir. “Toprağın Tuzu” filmi 2009 yılında İşçi Filmleri Festivali tarafından Türkiye’de ilk defa gösterildi. Filmi, sinematek.tv sitesinden izleyebilirsiniz: http://sinematek.tv/topragin-tuzu-salt-of-the-earth/
[7] John Sbardelatti’nin yazdığı “J. Edgar Hoover Goes to the Movies-The FBI and the origins of Hollywood’s Cold war” isimli kitap 2012 yılında Cornell University yayınlarından yayımlanır. Bu kitapta, 1935’te adını FBI olarak değiştiren (1908’de Soruşturma Bürosu “BOI” adıyla kurulmuştu) organizasyonda yaklaşık 37 yıl başkanlık yapan J. Edgar Hoover ve FBI’ın Hollywood’a müdahalesi 246 sayfada ayrıntılı olarak anlatılır.
[8] Arthur Miller, 17 Haziran 2000 tarihinde The Guardian/The Observer’da yayımlanan “Are You Now Or Were You Ever?” başlıklı makalesinde McCarthy dönemindeki “cadı avı”nı anlatıyor.
[9] Türkçe’ye Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol tarafından “Cadı Kazanı” adı ile tercüme edildi. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda, 1958-1959 sezonunda Cüneyt Gökçer tarafından sahneye konuldu.
(Bu yazı sendika.org da yayınlanmıştır)