Costa Gavras’ın Yol’a Bakışı
Soru: Ünlü bir film yapımcısı olarak, Yılmaz Güney’in sinemadaki başarısını, özellikle Yol’da yansıdığı şekliyle nasıl değerlendiriyorsunuz? Diğer filmleri hakkında da görüş belirtebilirsiniz.
Costa Gavras: Önce şunu belirteyim ki, Paris’teki arkadaşlar ve özellikle sinematek’tekilerin Yılmaz’ı tanımaları Yol’la birlikte başlamadı, biz onu Sürü’den beri tanıyorduk. Sinematek müzesine gidecek olursanız, orada göreceğiniz imaj Yılmaz’ın bizim için ne anlama geldiğini gösterecektir; küçük bir grup insan için Yılmaz zaten önemli yönetmenlerden biriydi, en önemli Türkiye’li yönetmen. Yol’la birlikte dünya çapında tanındı, çünkü Yol’da Türkiye’nin yaşam tarzını katıksız olarak gösteriyor… Çoğu filmlerdeki gibi sadece lehinde veya aleyhinde değil, yalnızca yaşamın nasıl olduğunu sergiliyor ve bence Yol şimdiye kadar yapılmış filmler arasında en Türkiye yanlısı olanıdır. Kötü yönleri, Türkiye’deki yaşam tarzının ve sosyal ilişkilerin kötü taraflarını gösterdiği için bazı Türkiye’lilerin bu filme karşı olduklarını, fakat bence olağanüstü olan şey, bizim nasıl gördüğümüz, nasıl kavradığımız. Büyük ihtimalle bunları lanetleriz, fakat herşey bir yana en önemli olan şey, anlamamız ve bir başka farklı kültürü görebilmemizdir. Bu açıdan, bence Yılmaz en önemli Türkiye’li yönetmendir ve ekleyeyim ki diğerlerinin hepsini tanımıyorum. Fakat görmüş olduğum az sayıda Türk filmi içinde, bu film en güçlüsüdür. Bu film kendisine uluslararası çapta tanınmayı kazandırdı. Bir film yönetmeni olarak gerçekleştirdiği, gerçeği yeniden yaratabilmektir, adeta bir belgesel ele alıyor. Rollerini oynayan aktörlere baktığınızın farkındasınız, hikayenin de büyük ihtimalle gerçekte yaşanmadığının; fakat aynı zamanda ikna oluyorsunuz, yaşamla gerçek yaşamla bağını kuruyorsunuz ve işte bu bir film yönetmeni için filmin en güçlü başarısıdır. Bundan sonra işin içine, diyelim ki siyasi yönü, ya da sosyal yönü girer. Yönetmenin başarısından söz ediyorum. Bu ikisi birbirine bağlıdır, fakat sorunuza tamamen cevap verebildim mi bilmiyorum.
Soru: Yılmaz’ın Yol’da kullandığı temalara, görüntüye ve mecazlara değinebilir misiniz?
Costa Gavras: Evet. Kullandığı analoji, insanların bir hapishaneden salıverilmeleri şeklinde bir halk, tüm bir halk, tüm bir ülke bir çeşit hapishanede yaşıyor gibi… Sonra serbest bırakılıyorlar ve aileleriyle karşılaşıyorlar, hürriyetle karşılaşıyorlar ve bu hürriyet sonunda onlar için bir dram oluyor. Bence ilk benzetme bu. Hürriyetle ölü at arasında yaptığı analoji tekrar tekrar görüyor. Olağanüstü olan şey de hürriyetin daima bir dramla sonuçlanması… İnsanlara “Hürsün, haydi git hür ol” diyemezsin. Tek bir kişinin hür olması yetmez, diğerleri de hür olmalı, senin hürriyetini anlamalı ve saygı göstermeli, bu ise çok uzun bir kültürel süreç. Bence filmin verdiği en güçlü mesaj bu.
Soru: Kadınların ezilmesi, tüm film boyunca tekrarlanan güçlü bir tema. Yılmaz Güney’in bunu mahkûm etmedeki becerisi nedir ve sizce insanlar arasındaki sosyal ilişkilerin, genellikle kadın sorununda yoğunlaşarak kendisini ortaya koyduğu fikrini yansıtmada ne denli bir başarı gösteriyor?
Costa Gavras: Bence mahkûm etme tavrı almıyor, sadece kadınlara nasıl muamele edildiğini gösteriyor. Nasıl anlatayım, sanki hayvanmışlar gibi… Bu çok kuvvetli bir kelime oldu-fakat mülkiyet gibi, erkeğin mülkiyeti gibiler ve itaat etmek zorundalar; belirli bir şekilde davranmak zorundalar. Böyle yapmazlarsa, reddediliyorlar, öldürülüyorlar veya artık insan olarak görülmüyorlar. Yaşamaya hakları yok. Erkeğin isteklerini ve inançlarını yerine getirmedikleri andan itibaren dıştalanıyorlar; bir kenara atılıyorlar ve artık sevgiye veya erkeğin yanında yer almaya hakları kalmıyor. Köle olmaya (parmaklarıyla işaret ederek) şu kadar yakınlar, sonunda köle olarak görülüyorlar. Bence bu sadece Türkiye’de olmuyor, bence çoğu ülkelerin bir sorunu bu. Fransa’da bile farklı bir şekilde, farklı bir yaklaşımla kadınlara karşı aynı tavrı görebilirsiniz.
Soru: (Yılmaz’ın) Geri ve azgelişmiş bir ülke olan Türkiye’deki kadının durumunu ortaya koyuşuna, uluslararası alandaki tepki nedir?
Costa Gavras: Bence, batı dünyasında iki yaklaşım var veya üç diyelim. Bir yaklaşım, hiç farkında bile olunmaması. Diğer bir yaklaşım, ki bu çok yaygın, bu durumun sadece Türkiye’deki bir problem olarak görülmesi… Bir çeşit vahşi insanların, başka yere ait insanların davranışları böyle… Ve kendi varlıkları ve davranışlarıyla, filmdeki yaşam tarzı arasında hiçbir bağ görmüyorlar. Bir de üçüncü bir yaklaşım var ki bence bu yaklaşımla akıllı insanlar böylesi bir durumla özdeşleşebiliyorlar. Belki bu denli dramatik olmasa da
, onların kadınlara karşı tutumları aynı. Ben kendim de yapmaya çalıştığım ve konuştuğum bazı arkadaşlarının da yapmaya çalıştığı gibi, kendilerine şöyle söylüyorlar: Hey bir anlamda biz de onlar gibiyiz, farklı bir yerde ve farklı şartlarda fakat benliğimizin derinliklerinde, kadınlara karşı biz de böyle davranıyoruz, her ne kadar onları öldürmüyorsak da… Çünkü bunu yapamayız. Artık istesek de yapamayız –çünkü o zaman polis gelir!– fakat içimizden biz de aynı öyleyiz.
Size bir şey söyleyeyim, seyirciyle, herkesi kişisel olarak ilgilendiren bir şeylerden bahseden bir film veya bir sanat eserinin yaratıcısı arasında böylesi bir ilişki olmadığı müddetçe uluslararası başarı, ya da uluslararası takdir mümkün değildir.
Soru: Yol’un ve genel olarak Güney’in eserlerinin evrensel mi olduğu yoksa gücünün Türkiye’deki özgül durumu ortaya sermedeki becerisinde mi yattığı kanısında ihtilaflar sözkonusu. Bu, bir film yapımcısının sürekli karşılaştığı bir durum.
Costa Gavras: Evet, Shakespeare’in Hamlet’inden daha özgül birşey yok ve aynı zamanda daha uluslararası ve evrensel; Yunan trajedileri ve tüm klasikler için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Ne denli özgülse, o denli evrenselleşiyor.
Soru: Görüntü ve sinematografi açısından filmin ustalığı konusunda eklemek istediğiniz başka birşey var mı?
Costa Gavras: Bu filmde oldukça ilginç olan birşey de farklı hikâyelerin birbiri ardından paralel olarak kesişmesi, birlikte başlayıp sonra ayrılması. Sonunda sinemadan çıkıyorsun ve tümü aklında. Hikâyeler hep birlikte ve aynı zamanlarda oluyor çünkü bir anlamda hepsi aynı şeyi farklı açılardan, farklı durum ve karakterlerle anlatılıyor; fakat sonunda hepsi aynı hikâye.
Soru: Seyit üzerine, karların içinde karısını öldüren adam üzerine (görüş belirtir misiniz) ve bu karakterin ızdırabı ve çelişkilerinin nasıl yansıtıldığı üzerine görüşlerinizi belirtir misiniz?
Costa Gavras: En tipik Güney karakteri derim. Bence Güney bir dereceye kadar bu karakterle onun gücü, müşfikliği ve şiddete ne denli yatkın olduğu ile özdeşleşiyor, bir de şiirselliği var; çünkü kardaki sahneler –Seyit’in karısıyla olan tüm ilişkisi ve bir yerden bir yere gidişleri– modern sinemanın en güçlü görüntülerinden biri. Stalin öncesi yıllardaki Sovyet filmlerinde ve Japon filmlerinde de böylesi bir şiirsellik bulabilirsiniz. Bana kalırsa batı dünyası artık bunu beceremiyor çünkü korkarım içinde yaşadığımız giderek çoğalan pragmatizm sayesinde ilkel şiirselliğimizi kaybediyoruz… Fakat şiir insanın içinde var, ve galiba fazla medeniyet yüzünden yavaş yavaş bizi terkediyor.
Soru: Bu karakter, Seyit, karısını seviyordu fakat aynı zamanda onun öldürmesini talep eden geleneğe de bağlı kalmak zorunluluğunu hissediyordu.
Costa Gavras: Baştan da tartıştığımız gibi, kendisi bir cezaevinden çıkıyor –gerçek cezaevinden– ve diğer cezaevine, ailenin cezaevine, geleneğin cezaevine giriyor ve sonunda, büyük ihtimalle birincisinden daha güçlü olan ikinci cezaevinde yıkılıyor. Olay, bir drama dönüşüyor… Ve artık karısını öldürmek zorunda.
Soru: Sizce Yol filminin, Seyit’in pencereden bakarak ve açıkça acı içinde tek başına cezaevine döndüğü son tren sahnesinde, Güney ne anlatıyor?
Costa Gavras: Benim üzerimde bıraktığı etki –önce, iki yılın üzerinde bir zaman geçmiş olmasına rağmen tüm bu sahneleri bu denli berraklıkla hatırlayabildiğime göre filmin ne kadar güçlü olduğunu belirteyim– bahsettiğiniz şey, yalnızlık anlamına geliyor, yani gerçekten kendini özgür kılmayı başaramıyor. Yakalanmış fena halde kıstırılmış durumda çünkü sadece bu ufacık yerde olmakla kalmıyor, fakat tren öylesine hızlı gidiyor ki çıkıp gidemiyor da. Bir başka deyişle, toplum, kendi içine kapanmış ve törelerine, geleneklerine gömülmüş bir şekilde kendisini öyle sıkıca tutuyor ki ve öylesine baş döndürücü bir hızla yoluna devam ediyor ki, kendisinin bunu değiştirmesi, çıkması, kurtulması mümkün değil. Aynı minvalde, kendisini camda da görebiliyor, hareketlerini izleyebiliyor fakat aynı zamanda bunlardan, tam bu çevreden kurtulamıyor.
Soru: Yol’la doruğuna varan gelişmesiyle ilgili olarak, Yol filmini, Sürü, Duvar ve (Güney’in) daha önceki filmleri, örneğin Zavallılar ile nasıl kıyaslarsınız?
Costa Gavras: Filmler için, biri ötekinden daha iyi denilmez düşüncesindeyim… Konuları farklı, farklı bir çeşit duyguyla yapılmış ve farklı evrenselliklere sahipler. Örneğin Sürü –bu sıralarda Sürü’yü çok düşünüyorum çünkü henüz bir buçuk ay oldu göreli. Ve gerçekten bu film, içeriği, görüntüleri beni çok güçlü bir şekilde etkiledi– bence Yol’a çok yakın. Duvar da çok güçlü… filmler arasında karşılaştırmayı pek sevmiyorum –insanlar gibi onlar; tek tek ele alıp incelemek, neye sahip olduklarını, yaklaşımlarını, niyetlerini, içtenliklerini ve şiirselliklerini görmek lazım. Ben filmlerin maraton koşucuları gibi olduklarını düşünmüyorum. Onları, futbol takımları gibi bu şundan daha iyi diye kıyaslayamazsınız.
Soru: Yılmaz’ın kesin siyasi eğilimleri vardı –o devrimciydi ve kendisini komünist telâkki ediyordu. fiimdiki Sovyetler Birliği’nin yaptıklarına karşıydı, ve bir noktada da, özellikle ölümünden sonra yöneltilen saldırılar sırasında Mao’yu da savunmuştu. Fakat siyasi olarak bilinçli bir sanatçının her zaman karşı karşıya bulunduğu bir sorun var: Hem devrimci hem de sanatsal açıdan güçlü, geniş bir seyirci kitlesine hitaben filmler yapmak mümkün müdür?
Costa Gavras: Bence güçlü filmler yapabilmek için ideolojik olarak şu ya da bu belirli partinin içinde olmak gerekmez. Bence ilk önce yetenek gerekiyor. Yılmaz’la arasıra kendisinin siyasi düşünceleri hakkında konuşurduk –her zaman görüş birliğinde de değildik. Fakat ben hep şunu söylemişimdir ki Yılmaz, benim burdaki veya bizim buradakinden tamamen farklı bir gerçeklikten geliyordu. Dolayısıyla o özgül gerçeklikte bulmaya çalıştığı çözümler zaman zaman komünizmden veya Maoizmden geçmek zorundaydı –bunu anlayabiliyorum, çünkü yine cezaevi sorununa dönersek– insanlar hürriyetlerinden yoksun olunca cezaevinde gibiler. Yılmaz cezaevindeki bir adam ve cezaevindeki bir Türkiye halkı gibiydi. İnsan cezaevinde bulunuyorsa, çeşitli yollardan dışarı çıkmayı dener: Pencereden, tavandan, kapılardan; dolayısiyle o da komünizmi, şunu, bunu deniyordu. (Cezaevindeki adam) dener dener ve bir gün özgürlüğe çıkan gerçek yolu bulacaktır. Ben de Yılmaz’ın böyle birisi olduğunu, denediğini düşünüyorum. Tavrı ne olursa olsun, o haklıydı, çünkü [bu tavır] kendisini ve halkını özgür kılma yönünde çok derin bir duygu ve gereklilikten kaynaklanıyordu.
(Bu söyleşi, Costa Gavras ile World To Win (Kazanılacak Dünya) dergisi tarafından yapılmıştır. Yeni Demokrasi, Sayı 1, 1987 sayfa 46-48’de yayınlanmıştır. Ayrıca Tohum dergisinin 12. sayısında1988’de ve “Basında Yılmaz Güney” adlı Dönüşüm Yayınları tarafından yayınlanan kitapta, sayfa 218-223’te de yayınlanmıştır.)