Yılmaz Güney ile bir söyleşi-Dursun Akçam (1982)
Söyleşi Dursun Akçam tarafından yapılmış ve Avrupa’da yayınlanan “Demokrat Türkiye” adlı gazetenin 15 Eylül-15 Ekim 1982 tarihli 9. sayısında yayınlanmıştır.
Yılmaz Güney diyor ki: Yol Filminde Asıl Sarsıcı Olan Türkiye Gerçeğidir
Fırtınaların sanatçısı
Beklemediğim halde birden Yılmaz Güney’le karşılaşmak güzel bir sürpriz olmuştu. Oysa bir başkası alıp götürecekti beni sanmıştım Yılmaz’a.
“Delikanlılardan birisini gönderseydin!” dedim.
“Ben de delikanlıyım ağabey.” dedi gülümsiyerek.
Gerçekten gençti, dinçti, dal boylu bir Anadolu yiğidi. Mahpusluk yıllarında da hep öyle kaldı. Umutsuzluğa, yılgınlığa düşmedi, teslim olmadı hiç bir zaman.
Kısa bir arayı katmazsak 12 Mart 1971’den, 12 Eylül 1980 darbesinin nice sonralarına değin 10 yıllık yaşamı mahpushanelerde geçti. Demir kafesler ardında roman yazdı, hikaye, makale yazdı, olanakları ve fırsatları sonuna değin zorlayarak uluslararası düzeyde ödüller kazanan senaryolar yazdı, film çalışmalarını sürdürdü, düşmana inat!…
Onu mahpushanede de rahat bırakmıyorlardı. Kitlelerin gözünden düşürmek için bir yandan provakasyonlar hazırlıyorlar, öte yandan da filmlerine sansür koyarak halkımıza gösterilmesini engelliyorlardı. Bu arada savcılar da boş durmuyorlardı. Yayınlanmış çeşitli yazılarından dolayı “komünizm propagandası yapmak” gerekçesiyle dava üstüne dava açıyorlardı. İstenen hapis cezalarının toplamı ise 100 yıla ulaşıyordu. Bu davaların birçoğu sonuçlanmış, 22,5 yıl hapis cezası kesinleşmiştir. Bu sonucu, “Yılmaz bir cinayet suçlusudur.” diyenlere armağan etmek isteriz!
Yılmaz’ın Cannes Film Festivalinde “Yol” filmi ile kazandığı başarı ise bazı kafalara tokmak gibi inmiştir ve onları şaşkına çevirmiştir.
Uzunca söyleştik Yılmaz’la. Fırtınaların sanatçısı Yılmaz Güney, o ölçüde de saygılı, gösterişten, çalımdan uzak, tepeden tırnağa Anadolu kokan yalın bir halk sanatçısı. Her sözünü ölçerek biçerek konuşuyor, ama kendinden emin, kendine güvenerek…
İyisi mi uzatmadan, sözü Yılmaz’a bırakayım. İşte sorular, işte yanıtları:
Cannes Uluslararası Film Festivali’ndeki başarınız Türkiye’li anti-faşistleri sevindirdi. Bu başarınızın sanatsal dayanakları üstüne neler söylemek istersiniz?
– …Bilindiği gibi “YOL” cannes’de üç ödül aldı. Gavras’ın “MISSING” filmi ile Altın Palmiye’yi paylaştı. Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği’nin (FIPRESCI) en iyi film ödülü ve INTER FİLM (OCIC)’in mansiyonu.
FIPRESCI, yirmiiki üyesinin oybirliği ile “YOL”u, en iyi film seçerken şöyle bir açıklama yaptı:
“Toplumsal ve siyasal tanıklığında gösterdiği sinemasal güç ve medeni cesaret için…”
Ve sinema yazarları, “YOL”u, “heyecan verici”, “Yürekli bir film”, “şok”, “bir başeser” gibi sıfatlarla nitelediler. “YOL”un, gerek sinema yazarlarını, gerekse, uluslararası söz sahibi sinema adamlarını ve özellikle de her kesimden izleyicileri etkilemesi, sarsması, çeşitli açılardan değerlendirilmelidir.
Bence birincisi, anlattığımız şeyi, yani çeşitli milliyetlerden halkımızı ve onun içinde bulunduğu koşulları kendi deneyimlerimizle yakından tanıyoruz.
İkincisi, sanatımızı sunarken, kendimizi yapay ölçüler içine sokmak ve bundan ötürü Avrupalıya beğendirmek gibi bir problemimiz yoktu.
Yaşadığımız toplumsal ve siyasal baskıların tanıklığını, gerçekçi bir gözle yaparken, mekanizme, kuruluğa düşmediğimiz gibi, popülizm, melodram, acındırmak gibi tuzaklara da düşmedik. Estetik kaygıları, sanatsal duyarlılığı elden bırakmadık. İçeriğe verdiğimiz değerin yanısıra, anlatım diline de gereken önemi verdik. Özellikle kurgu sırasında, Şerif arkadaşın yalın sinema dilini, daha da titizlikle korumaya çalıştık. Ve hatta katabileceğimiz şeyleri, ancak olumsuzlukları ayıklıyarak yapmaya çalıştık. Sonuçta, yalın, içten, saf bir film çıktı. O denli de etkili.
Hayatın zıtlıkları, filmimizin temeliydi. Ve bu, filmimize gerçeklik, inandırıcılık ve derinlik kazandırdı. France-Soir’in yazarlarından R. Chazel şöyle diyordu:
“Bu filmde herşey güzel ve tüyler ürpertecek kadar müthiş. Herşey aşk ve herşey kin. İnsanca ve şeytanca. Zıtların filmi. Yumuşak ve şiddetli resimler. Rahatlatıcı manzaralar ve silahların gerçeği.”
Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gerçeğini yansıtırken, alışılmış militan sinema, politik sinema kalıp ve yöntemlerini değil de, kendine özgü bir anlayışın, yani yumuşak bir dilin kullanılması, filmimize daha içten, saf, doğal bir görünüm kazandırmıştır. Tarık’ın, Hikmet Çelik’in, Necmettin’in genel olarak bütün oyuncuların abartmasız oyunları, kameranın düz, yalın tanıklığı, kişilerin anlatılışındaki objektiflik, izleyicilerini yüreklerinden yakalamış ve onları daha da derinden sarsmayı ve düşündürmeyi başarmıştır.
Şunu söylemek isterim ki, asıl sarsıcı olan film değildir. Asıl sarsıcı olan Türkiye gerçeğidir. Kürt halkının altında yaşadığı ulusal baskıdır. Feodal ahlakın yıkıntılarıdır. Filmin başarısı, bu gerçeğin tanıklığında, sanatsal ve estetik görevlerini ve doğru tesbitlerini, bir potada eritmeyi başarmasındadır. Öte yanda, Kürt halkının acılarına parmak basan, Kürtçe türkü ve diyalog kullanılan ilk Türkiye filmi olması açısından da, öncü bir rol oynadığını vurgulayalım.
Sanat yaşamınız sürekli bir gelişim gösterdi. Bu gelişim süreci içinde filminizin başarısını nasıl niteliyorsunuz?
…“YOL”un başarısı, sadece benim değil, başta Şerif, Tarık ve filme katkısı bulunan bütün çalışan arkadaşların, filme destek olan, yardım eden insanların ve bu noktadan hareketle, çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının, anti-faşist güçlerin başarısıdır. Filmin başarısı, dünyanın çeşitli ülkelerinde, çok zor koşullar altında film yapan genç sinema adamlarının da başarısı sayılmalıdır.
“YOL”u, ne denli zor koşullar altında gerçekleştirdik, biliniyor. Buradan çıkartılacak ders şudur. En zor, en inanılmaz koşullar altında bile, başarıya giden yollar bulunabilir. Bu sadece sanat alanında değil, hayatın her alanında mümkündür. Yeter ki, doğru ve sağlam bir siyaset izleyebilelim, kollektif çalışmanın sorumluluk ve görevlerini iyi kavrayalım ve gereken sabrı gösterelim.
Şimdi yurt dışındasınız. Sanatsal çalışmalarınız kuşkusuz, burada da sürecek. Bu çalışmaları nasıl öngörüyorsunuz? Film yapma ve öteki sanatsal çalışmalarınızda, yabancı kuruluşlarla işbirliği yapmayı, ortak yapımlar vermeyi düşünüyor musunuz?
…Benim için en önemli sorun, bağımsızlığımı koruma sorunu, yani, yaratıcı özgürlüğümü ve siyasal tavrımı kısıtlayacak tuzaklara düşmeme sorunudur. Bugüne kadar, birçok acı örneğini gördüğümüz gibi, gerçekten değerli birçok sanatçı, kapitalist sinema çarklarının arasında ezildi ve kişiliklerini yitirdiler. Dünya sinema sanayii bir canavardır, elini versen kolunu kurtaramazsın, sakat kalırsın. Öyle ilişkiler kurmak istiyorum ki, hem düşündüklerimi yapabileyim, hem de geniş kitlelere ulaşabileyim. Avrupa koşullarında film yapmak büyük paraları gerektiriyor. Bugünkü durumum, tek başıma film yapabilecek koşulları içermiyor. Karşılıklı yarar ve bağımsızlığımı koruma temelinde ortak yapımcılar bulmalıyım. Küçük ve orta kapasiteli yapımcılarla işbirliği düşünüyorum. Tek başıma film yapacak duruma gelinceye kadar böyle bir hat izlemek zorundayım.
Yurt dışında, çok sayıda Türkiye’li sanatçılar da var. Onlarla birlikte çalışmalar planlıyor musunuz?
…Bu soruna iki açıdan bakıyorum. Birincisi sanatsal dayanışma, ikincisi maddi dayanışma. Yani, olanaklarım ölçüsünde, yurtdışındaki sanatçı arkadaşlara filmlerimde yer vererek ve bunu mümkün olduğu kadar geniş kapsamlı tutarak maddi destek olmak. İkincisi de, onların sanatçı yeteneklerini filmimde kullanmak, karşılıklı sanatsal etkileşimi sağlamak. Müzik, oyun, dekor, teknik ve daha bir çok şey düşünürken, insan malzemesinin temelini, yurtdışındaki Türkiyelilerden oluşturmayı düşünüyorum.
Anti-faşist, anti-emperyalist savaşımda, yığınlara güç verecek, bu savaşımı dünya ölçüsünde duyuracak bir sanat hareketi yaratma koşullarını nasıl görüyorsunuz?
…Devrimci sanat, devrimci mücadele içinde oluşur ve gelişir. Devrimci sanat, devrimci süreci anlatan sanattır. Devrimle, karşılıklı etkileşim içinde olan sanattır. Bir yanıyla, devrimi etkilerken, bir yanıyla da ondan etkilenir.
Ben sanatsal mücadelemi, siyasal mücadeleden, anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleden ayrı görmüyorum. Kendisine devrimci adını veren hiçbir sanatçı arkadaşımın da, farklı düşündüğünü sanmıyorum. Bilindiği gibi sanat alanının kapsamı çok geniştir. Sinema sanatı, bu alanının sadece bir parçasıdır. Devrim kavgası, mücadele içerisinde, devrimci müziği, romanı, şiiri, sinemayı, resimi, tiyatroyu geliştirecek ve gerçek kişiliğine kavuşturacaktır. Bugün için, kişiliğine kavuşmuş bir devrimci sanattan söz edemeyiz. Çünkü devrimci mücadelemiz, esas olarak kişiliğini bulmuş değildir. Genel anlamıyla devrimci sanat, devrimci siyasetle canlı ilişkiler içindedir. Halkın devrimci duygularını, devrimci bilincini, ahlakını, kültürünü etkiler ve eğitirken, devrimden de etkilenir ve kendisini eğitir. Burada altını çizmemiz gereken, kitlelerin devrimci eğitimi, devrimci sanat anlayışları ile devrimci sanat arasındaki ilişkidir. Yani, kitlelerin göstereceği sağlıklı tepki, olumlu ve olumsuz, devrimci sanatı etkileyecektir. Doğada, toplumsal ve siyasal hayatta bir kural olan doğal ayıklanma, sanatsal hayat için de geçerlidir. Devrimci sanat adına popülizme, halkçılık adına basitliğe düşenler, devrime yarar değil zarar sağlarlar. Bunlar, halkın bilincini hep düşük görürler ve kendilerini buna göre ayarlamaya çalışırlar. Oysa bizim önümüzde, yani devrimin önünde, varolan engeller, sadece faşizmin, emperyalizmin, burjuvazinin, açık gericiliğin güçleri değil, aynı zamanda devrim saflarında varolan zaaflardır da. Uluslararası planda, anti-faşist, anti-emperyalist karakterli sanatsal sesi duyurmak için, öncelikle kendi içimizden hareket etmeliyiz. Kendimize, gerçekçi ve eleştirel bir gözle yaklaşmadan, zaaflarımıza eğilmeden, eksikliklerimiz ve hatalarımız karşısında cesur olmadan, böyle bir hareket yaratamayız. Yaratsak bile başarıya ulaşamayız.
Kişisel kanım odur ki, özellikle yurt dışındaki devrimci sanatçılar, günlük ilişkilerin dar, çıkmaz sokağa benzeyen havası içinde bunaltılmaktadırlar. Günlük hayatın telaşı ve değer yargıları sanatsal çalışmaları geriletmemelidir. Bir sanatçı, ürettiği her yeni şeyle kendisini de yeniden üretmelidir. Kendisini sürekli üreten sanatçılarımız sesimizi daha iyi duyuracaklardır. Müziğimizden romanımıza, sinemamızdan tiyatromuza kadar, bu tip arkadaşlara ihtiyacımız vardır. Belkide, genel olarak sanatçı arkadaşların sorunlarını tartışabilecekleri bir toplantı, bu soruya daha da açıklık getirecektir. Böyle bir toplantının, ilk adım olarak, yararlı olacağına inanıyorum…
Bir sanatçının, anti-faşist, anti-emperyalist savaşımda yeri, görevi ve işlevi ne olmalıdır?
…Devrimci bir sanatçı, herşeyden önce, bilimsel sosyalizmin bilimiyle kendisini donatmaya çalışmalı ve sanatsal mücadelesine bu bilimi klavuz etmelidir. Devrimci teorinin yol göstermediği bir sanat, hiçbir zaman devrimci mücadele ile birleşmez ve devrimci mücadele içindeki zaaflara karşı mücadele yürütemez.
Kitlelerin o gün içinde bulunduğu ruh hali, kavrayış düzeyi içinde boğulmamalıyız; kitlelerin bilincini derinleştirici, heyecanlarını geliştirici ürünler vermeli ve onları mücadelenin seyircileri değil, mücadelenin taşıyıcıları durumuna getirmeye katkıda bulunmalıyız. Gerici çevrelerin geliştirdiği anti-propaganda karşısında, kitleleri uyanık tutmalı ve burjuva sanatının yozluklarına karşı alternatifler geliştirmeliyiz. Sanat, kitleleri eğitmelidir, devrime hazırlamalıdır.
Grup duvarlarının hala ayakta durduğu bu ortamda, devrim isteyen birçok insanın, ideolojik ve siyasi olarak paylaşıldığı gibi sanatçıların çoğu da çeşitli gruplarca paylaşılmıştır. Devrimci olduğunu söyleyen sanatçılar, esas olarak grubun değil, devrimin sanatçıları olmalıdırlar. Devrimci mücadeleyi tekellerinde gören örgütlerin durumu ortadadır. Bölünmüşlüğü birliğe çevirmede sanatçılara büyük görevler düştüğüne inanıyorum. Ancak, sanatçılar, hangi anlamda birlik sorusuna bilimsel cevap bulmalıdırlar.
Devrimin önündeki sosyal güçler, kendi sınıf çıkarlarına uygun sanat hareketleri de yaratırlar. Siyasi ve askeri mücadelelerini, sanatsal çalışmalarla güçlendirmek isterler. Biz proletaryanın sanatına, halkın demokratik devrimci sanatına sahip çıkar ve onu geliştirmeye çalışırken, gerici sınıfların sanatına karşı nasıl bir mücadele yöntemi izleyeceğimizi de bilmeliyiz. Halkın sanat alanındaki savaşçısı olmak istiyorsak, burjuvaziyle, revizyonizmle, oportünizmle aramıza berrak sınırlar çizmeye çalışmalı ve devrimin zor yolunun gerektirdiği sabrı, fedakarlığı ve kararlılığı göstermeliyiz.
Devrime ve devrimin sanatçılarına inanıyorum.
Türkiye’nin bugünkü durumunda anti-faşist savaşımı nasıl görüyorsunuz? Bu savaşımın başarısı sizce nelere bağlıdır?
…Faşizm karşısında bir bütün olarak uğradığımız yenilgi bir sonuçtur. Bizleri bu sonuca mahkum eden objektif ve subjektif koşulları, nedenleri, derinden incelemeli ve hatalarımız karşısında açık yürekli ve cesur olmalıyız. Cezaevleri, halkımızın değerli evlatlarıyla dolduruldu. Binlercesi öldürüldü. Kişisel görüşüm odur ki, bizler, dünya devrimci pratiğinden gerekli dersleri çıkartamadığımız gibi, yakın geçmişimizden de, örneğin 12 Marttan da gerekli dersleri çıkartamadık ve son on yılı iyi değerlendiremedik. 12 Eylül yenilgisi, bilimsel sosyalizmin yenilgisi değildir. 12 Eylül askeri faşist darbesi, halk kitlelerinden kopuk, halkın güvenini kazanamamış, tutarlı örgütlenmelerden yoksun revizyonist, oportünist hareketleri olduğu gibi, devrimci-demokratik hareketleri de ağır darbelerle yaraladı. Mücadele sona ermemiş olmakla birlikte esas olarak yenildik ve ağır kayıplar verdik. Öncelikle, yenilgimizin nedenlerini ve köklerini açık yüreklilikle, her grup kendi içinde ve dışında tartışmalıdır. Halkın güvenini yeniden kazanmanın ilk adımı, hatalarımız karşısında göstereceğimiz tutum olacaktır. Siyasi olarak hangi hataları işledik? Stratejik ve taktik alanlarda hangi hatalara düştük? Doğaldır ki, devrim için yola çıkan her örgütlenme, bu sorulara cevap aramak için düşünmektedir. Ancak, hatalar, suçlular dışarda değil, içimizde aranmalıdır. Çünkü bu sonuç, şu ya da bu grubun sorunu değil, hepimizin sorunudur ve hepimizin değişen oranlarda bu sonuçta payı vardır.
Anti-faşist mücadele sonal hedef değildir. Hedef, işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirmesi ve sosyalist örgütlenmesini gerçekleştirebilmek için diktatörlüğünü kurması sorunudur. Buna bağlı olarak anti-faşist mücadele, ona önderlik edecek güçlerin, siyasi-ideolojik ve örgütsel tutarlılığına bağlıdır. Bence sorun, önderliğin niteliği sorunudur. Proletaryanın önderlik etmediği bir anti-faşist mücadelenin geleceği karanlıktır.
Evren Cuntası’na karşı gerçekleştirilebilecek en geniş tabanlı anti-faşist, anti-emperyalist bir savaşım cephesi hangi ilkeleri savaş bayrağı haline getirmelidir? Birleştirici olmak için nelere özen gösterilmelidir?
…Benim için, faşizme karşı mücadele sorunu, aynı zamanda devrim sorunudur. Bu nedenle, faşizme karşı mücadeleyi, emperyalizme, revizyonizme, reformizme, oportünizme ve feodalizme karşı mücadeleden, bugüne kadar devrim mücadelesine zarar vermiş akımlara karşı mücadeleden ayrı düşünemiyorum. Reformizmle, revizyonizmle, sağ ve “sol” oportünizmle arasına kesin çizgiler çekmemiş ve sağlıklı özeleştirilerini yapmamış grupların oluşturacağı anti-faşist cephenin başarısına inanmıyorum. Sorun şu ya da bu grubu birleştirmek değildir; sorun, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkı birleştirmektir. Halkın önüne çıkarken, kılığımızı değil, gerçekten içimizi değiştirmek ve hatalarımızın bilincinde olmak zorundayız. Birleştirici olmak adına ilkeleri bir kıyıya bırakmak, birleştiricilik değil, bölücülüktür. Kimlerle birleşmeli sorusuna bilimsel anlamda doğru bir cevap vermeliyiz. Başlangıçta çok dar kapsamlı bir cephe, doğru bir siyaset izlemeyi başarabilirse genişleyebilir, kitlelere önderlik edebilir. Doğru olan, tepede birleşmek değil, tabanda birleşmektir. Pratik tutum ve çalışmalarımızla, tabanı, kendi deneyleriyle güvenini kazanarak birleştirebilmektir. Gerçekten devrim için bir cepheye ihtiyacımız varsa, bu, anti-faşist, anti-emperyalist ve anti-revizyonist bir cephe olmalıdır.
Herkesin birbirini oportünizmle, revizyonizmle suçladığı bir ortamda, kavramların alabildiğine karmakarışık edildiği bir ortamda, Lenin’in mücadele yöntemlerine ihtiyacımız vardır. Oyalanmak istemiyorsak, sorunlarımıza gerçekçi cevaplar bulmalıyız. Pratik hayatın tükettiği, artık geçersiz kıldığı, enkaza çevirdiği bir yığın grubu cephe içine alarak anti-faşist mücadele verilemeyeceği gibi, böylesi bir cephe, devrimci demokratik bir cephe olmaktan çok, suçortakları cephesi olacaktır. Kurulacak cephe, güvensizlik değil, güven, umutsuzluk değil, umut olmalıdır.
Siz, halka malolmuş devrimci bir sanatçı olarak böyle bir savaş cephesinin oluşmasında, verilecek savaşımın daha etkin ve geniş boyutlu olmasında ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz? Katkınız ne ölçüde olabilir?
…Böyle bir cephenin, uluslararası devrimci siyaset konusunda berrak bir görüşe sahip olması gerekir. Uluslararası durumu doğru değerlendiremeyen bir cephe, uluslararası planda yanlış ilişkilere girecektir.
Revizyonizme, reformizme, sağ ve “sol” oportünizme karşı kararlı bir tutum benimsemeyen bir cephe kitleleri birleştiremez. Birleştirdiğini sansa bile, bu çürük bir birliktir, gericiliğin karşı saldırılarına dayanamaz, çöker.
Sorun, yurt dışında bir cephe kurmak değil, yurt içinde cepheyi etkin kılmaktır. Bu nedenle, yurt dışı ile yurt içi ilişkilerini ele alırken, iç gelişmeler temel olmalıdır. Kitlelerin acil ihtiyaçlarına, cezaevlerinin somut durumlarına, faşist demagojiye, emekçi kitlelerin örgütlenmesine, anti-faşist muhalefetin yönlendirilmesine cephenin sağlıklı çözümler getirmesi gerekir. Çünkü, demokratik cephe sıradan bir eylem cephesi değil, siyasi iktidarın ele geçirilmesi için bir organ olmalıdır. Ancak doğaldır ki, cephe içinde yer alan her grup ve unsur, kendi bağımsız örgütlenmesini de sürdürecektir. Gerçekten bir savaş cephesi kurmak istiyorsak, bu savaşımı, siyasi, ideolojik, ekonomik, sanatsal ve kültürel alanlarda da yürütecek organlar oluşturmalı ve bu alanlarda yürütülecek mücadeleleri de yönlendirmeliyiz.
Böylesi bir cepheye benim katkım, o cephenin siyasi ve ideolojik niteliğine bağlıdır. Cepheyle partiyi birbirine karıştırmamak gereklidir. Çünkü, cephe herşey demek değildir. Farklı eğilimlerin somut hedefler karşısında ortak mücadele için birleşmesidir.
İlkeleri üzerinde anlaşabileceğim ve doğruluğuna inanacağım bir cephe, ki bu pratik içerisinde belli olacaktır, devrime katmam gereken, vermem gereken herşeyimi alabilir. Öte yanda, yanlış ilkeler temelinde kurulmuş bir cephe gerçekten demokratik bir cephe adına ve içeriğine kavuşuncaya kadar eleştirilmeli ve gerekirse yıkılmalıdır.”
DURSUN AKÇAM
(Demokrat Türkiye,
15 Eylül-15 Ekim 1982, sayı 9, sayfa 24-23)