Yılmaz Güney’in Sanat Anlayışı Üzerine (1999)
Güney Kültür Sanat Dergisi Sayı 09
Bu dosyamızda Yılmaz Güney’in sanat anlayışını ana hatlarıyla ele alan aşağıdaki yazıyı ve Yılmaz Güney’den sanat anlayışına ilişkin iki yazıyı yayınlıyoruz. Sözkonusu yazılar Ekim ayında yapacağımız “Ölümünün 15. yıldönümünde Yılmaz Güney ve sanat” konulu kültür konferansına hazırlık materyali olarak kavranmalıdır.
Yılmaz Güney’in sanat alanında, özellikle de sinema sanatında üstün bir kişilik olduğunu hemen herkes kabul ediyor. O’nun bu alandaki büyüklüğüne düşmanları bile gölge düşüremiyor. Sınıf düşmanları, ona, sanat alanında yöneltecekleri saldırıların ayaklarının havada kalacağının bilincindeler. Bu nedenle onlar, Yılmaz’ın sadece sinema sanatında büyük bir yetenek olduğunu öne çıkarmaya ve geniş halk kitlelerine de sorunu yalnızca bu boyutta aktarmaya çalışıyorlar. Burjuvazi ve kalemşörlerinin bu yaklaşımı gayet anlaşılır birşeydir. Çünkü; onlar Yılmaz Güney’in kültür-sanat anlayışının dayandığı temeli, onun sanatına kan taşıyan, hayat veren kaynağın ne olduğunu gözlerden gizlemek istiyorlar…
Milyonlarca emekçi de onu esas olarak sinemayla tanıyor, onun yapıtlarında kendini buluyor ve ona büyük bir sevgiyle yaklaşıyorlar. Ama ne yazık ki, Yılmaz Güney’in siyasal yaklaşımının-şu ya da bu ölçüye kadar-farkında olan çok küçük bir azınlığın dışında kalan milyonlarca Yılmaz Güney seveni emekçi, onu yalnızca esas olarak bir yönüyle; halktan yana olan büyük bir sinema sanatçısı olarak tanır.
Yılmaz Güney, gerçekte büyük bir sinema ustasıdır. Ama sadece bu kadar değil! O, aynı zamanda sorunlara doğru yaklaşımın en temel halkasını yakalayan; sorunların çözümüne Marksizm-Leninizm bilimi temelinde yaklaşan bir siyasal kişiliktir. O’nun bu iki yönü; kültür ve sanata yaklaşımıyla, siyasal yaklaşımı diyalektik bir bütünlük içindedir, bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir…
Yılmaz Güney’in kültür-sanata yaklaşımı marksist-leninist temelere dayanır, onun üzerinde yükselir. Bu olguyu tespit etmek ve onun bu yaklaşımından öğrenmek açısından, bu yazıda onu yorumlamaktan çok, bizzat kendisine başvuracağız.
Marks, “İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değil, tam tersine, insanların bilincini belirleyen insanların kendi toplumsal varlıklarıdır.” der.
Bu diyalektik belirleme Yılmaz Güney’in yaklaşımlarında çıkış noktasıdır. O, olaylara, gelişmelere sınıf bakış açısıyla yaklaşır, onları, bilimsel sosyalizmin süzgecinden geçirerek değerlendirir. Kültür ve sanata yaklaşımı da bu bakış açısının ürünüdür…
O, şöyle diyor:
“Her toplumsal olay, şu ya da bu sınıfın çıkarlarına hizmet eden bir ürün, bir olay dizisi yaratır. Sınıf mücadelesini içermeyen tek bir toplumsal olay mümkün değildir. Her olay bir çelişmenin ürünüdür. Her toplumsal olay da, toplumsal çelişmelerin, yani sınıf çelişmelerinin ürünüdür. Ve bu çelişmelerin sonucu meydana gelen olay, şu ya da bu sınıfın güçlenmesine ya da zayıflamasına yolaçar. Bizim için, yani proleter devrimciler için olaylara sınıf açısından bakmak, olaylara devrimci siyasi bir gözle, yani, işçi sınıfının, yoksul köylülüğün, emekçi halkın ve proleter sosyalizminin çıkarlarını, ulusal ve uluslararası planda temel alarak bakmak, her olayın hangi sınıflara yararlı, hangi sınıflara zararlı olduğunu kavramak, olayların sınıfsal özünü kavramak demektir.”(1)
Olaylara sınıf bakış açısıyla yaklaşan Yılmaz Güney, bir sanatçının niteliğini belirlemede de soruna bilimsel yaklaşmaktadır…
O, bir sanatçının niteliğini de sınıf bakış açısıyla ele almakta, gayet berrak tavır takınmaktadır:
“Genel anlamıyla sanatçının niteliğini belirlerken, toplumsal pratiğinin, yani siyasal ve kültürel çalışmalarının, toplumsal tutum ve ilişkilerinin ve eserlerinin hangi sınıfların hizmetinde olduğuna bakmalıyız. İşçi sınıfının, yoksul köylülüğün sorunlarına, toplumsal kurtuluş mücadelesi doğrultusunda hizmet ediyorsa, emekçi kitlelerin eylemleriyle yakından ilgileniyorsa, onların devrimci sınıf bilincini yükseltiyorsa, bu eylemlere maddi ve manevi destek oluyorsa, devrimci ruh ve kararlılığını kabartıyorsa, onlara bütün dünya emekçilerinin kardeşlik duygularını götürüyorsa, bilimsel sosyalizmin ideolojisi ve teorisini kendisine klavuz ediyorsa, bu sanatçı proleter devrimci bir sanatçıdır. Eksikleri, zaafları, yetmezlikleri olsa bile halkın sanatçısıdır.
Güzellikleri, bilgileri, yetenekleri, sanatları ve eserleriyleve en önemlisi toplumsal ilişkileriyle büyük burjuvazi, büyük toprak ağaları ve büyük toprak kapitalistlerine, soyguncu ve vurguncuların her türden sınıf çıkarlarına, gizli ya da açık, dolaylı ya da dolaysız toplumsal dayanaklar oluşturarak hizmet ediyorlarsa, kitlelerin sınıf mücadelesine yönelmelerini engelleyen, hafifleten, onları söz, yazı, müzik, demeç, şaklabanlık, gösteri, toplantı vb. çalışmalarıyla, sınıf çıkarlarını savunmaya değil de kölelik uzlaşmalarına çağırıyorsa, ya da uzlaşmalarını kolaylaştırıyorsa, sanat çalışmalarını ve ünlü olmanın avantajlarını sömürünün niteliğini gözlerden gizlemeye yarayacak biçimde sunuyorlarsa, bu sanatçılar öz itibariyle karşıdevrim yanlısıdırlar, özünde halk düşmanıdırlar. Bunlar kendi aralarında da, gerici, faşist, tutucu gibi sınıflamalarla ayrılabilirler. Fakat devrime karşı birleşirler.” (2)
Bu konuşmasının devamında; tarihi olarak, dünya çapında gelişen toplumsal ve siyasal hareketlerin kapitalizmin güçleriyle sosyalizmin güçlerini karşıkarşıya getirdiğine vurgu yapan Yılmaz Güney, sanatçılardan muğlak değil, net tavır takınarak saflarını belirlemelerini talep etmektedir. Bu bağlamda ilk aşamada sorduğu soru şudur:
“Kendilerini üne, paraya kavuşturan emekçi kitlelerin yanı mı?
Yoksa halkın sırtından geçinen burjuvazinin, toprak ağalarının yanı mı?”
Yılmaz Güney saflaşmayı bu genellikte bırakmaktan yana değildir. O, emekçi kitlelerin safında görünen, söylem düzeyinde sosyalizmden dem vuranlar arasında da son tahlilde safı emekçilerden, sosyalizmden yana olmayanların varlığının bilincindedir. Bu nedenle o, emekçi saflardan yana olduğunu söyleyen sanatçılara şu soruyu yöneltmektedir:
“Revizyonist, reformist bir ideoloji ve siyaset mi?
Her türden oportünizm mi?
Yoksa Marksizm-Leninizm mi?
Kabaca sorun budur.” (3)
Evet, burjuvaziyle proletarya arasında orta bir yol yoktur. Bu iki anayolun dışındaki tali yollar sonuçta bu iki yoldan birine bağlanır, ona geçişte hizmet eder. Bunun bilincinde olan Yılmaz Güney, emek saflarında olduğunu söyleyen sanatçıların ana halkayı tam olarak, sımsıkı kavramalarını istemektedir. O, bunun yolunun da Marksizm-Leninizm bilimine sarılmaktan geçitiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Yılmaz Güney’in kültür-sanat anlayışı diyalektik materyalizme dayanır…
Yılmaz Güney, “Kültür dünyayı değiştirme çabasının ürünüdür ve aynı zamanda yeniden değişiminin en temel öğesidir” der ve bu alt başlık altında sorunu şöyle açımlar:
“Kültür kavramı, insanlığın günümüze kadar, hayatın her alanında (üretim, bilim, sınıf mücadelesi vb.) kazandığı deneyimlerin ve bilgilerin tümünü içerir. Kültür insanın; iradesinden bağımsız olarak varolan şeylerle arasındaki ilişkisinin, çelişkisinin, kendisini yeniden ve yeniden üretmesinin ürünüdür. İnsanlığın kültürü, değişimin, üretim araçlarıyla insan arasındaki diyalektik gelişmenin üzerinde yükselir. Sınıfların var oluşuyla birlikte, kültüre damgasını basan şey, sınıflararası mücadele olmuştur… Sınıflar arası mücadeleyle, dünyaya egemen olma, dünyayı değiştirme mücadelesi arasında kopmaz bir bağ vardır. Tarihin tanıdığı ilk devrimci sınıf, köle sahipleri sınıfıdır. Köleci toplum, ilkel komünal topluma göre daha ileri bir toplum biçimidir. Daha sonra sırasıyla, feodaller, burjuvalar tarih sahnesine devrimci görevlerle çıkarlar. Bu sınıfları devrimci yapan şey, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çatışmalarda sahip oldukları yerdir. Bu sınıflar, bir önceki toplum biçimine oranla, tarihi daha ileriye götürecek üretim biçimine ve toplum yapısına denk düşerler. Üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki bu gelişme, gelişmenin ve devrimin itici nedenidir. Ne zaman ki, üretim güçleri daha önce içinde hareket ettikleri üretim ilişkilerinden artık rahatsız oluyorlar, çelişmeler keskinleşiyor, artık onun içinde gelişmiyorlar, daha ileri bir üretim biçimini zorunlu kılıyorlar, devrim kapıya dayanmış demektir. Devrimci durumu devrime dönüştürmek için, nesnel koşulların yanısıra, öznel koşulların da elverişli olması gerekir. İşte, kültür-sanat mücadelesi, bu anlamda, öznel koşulların oluşturulması anlamında büyük öneme sahiptir.
Tarih, bir zamanlar ilerici, devrimci olan sınıfların, giderek nasıl gericileştiklerine tanık olmuştur. Bu nedenledir ki, devrimcilik, ilericilik mutlak, değişmez birşey değildir. Üretim güçlerinin gelişimiyle, tarihin ileriye doğru orantıda bağ kuramayan sınıflar gericileşirler. 1917 Ekim Devrimi’ne kadar yapılan bütün toplumsal devrimler, azınlık devrimleriydi. Ekim Devrimi ise, tarihte ilk kez büyük çoğunluğun, ezilenlerin, işçilerin, yoksul köylülerin, küçük burjuvazinin devrimiydi. Çoğunluğun çıkarlarını temsil ediyordu ve önderi, dünyanın en devrimci sınıfı olan proletaryaydı. Ancak, Sovyet proletaryası devrimi sonuna kadar ilerletemedi, revizyonizme yenildi. İktidarı bürokrat burjuvaziye kaptırdı. Aynı gerici gelişme SBKP’ye inanan ülke proletaryalarını da yenilgiye uğrattı. Bu deneyler bize öğretiyor ki, zaferin dersleri yanısıra, yenilginin derslerini de kültür kavramı içinde ele almalı ve incelemeliyiz.” (4)
Yılmaz Güney, kültür ve sanatın toplumdan doğduğunu ve toplumu değiştirmenin bir aracı olduğunu savunur…
Bu bağlamda da o, sorunu yine diyalektik bir açıdan ele alır ve birçok yönüyle açımlar:
“Sanat, bir çeşit yabancılaştırma eylemidir. Kökünü hayattan, gücünü ve etkinliğini ise hayata hesap sormaktan, meydan okumaktan alır…
Bana göre sanat, insanın, kendi dışındaki nesnel ve öznel şeylerle, kavrayabildiği oranda başkalarınca yaratılmış, duygular, düşünceler, tutkular ve değişik ilişkiler bütünüyle, arasındaki ilişkinin özel bir biçimidir. Ayrıca sanat ve sanatçılık toplumsal işbölümünün bir biçimidir. Bir doktor, bir mühendis, bir işçi gibi.
İnsan, doğa ile ilişkisinde, onu değiştirmeye çalışarak işe başlamıştır. İnsanın, doğaya egemen olmasının gizi burada saklıdır:
Değiştirmek için bilinçli müdahale. Sanat için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Değiştirilmeden kullanılan, yani, insan emeğinin katılmadığı hiçbir şey nasıl meta değilse, hayattan aktarılan ve fakat değiştirilmeden sunulan hiçbir “sanatsal” eylem de sanat ve sanat eseri değildir. Sanat, başkalarınca yaşanmış, yaratılmış duyguların, tutkuların, acı ve sevinçlerin, bir başkasınca, yani sanatçı aracılığı ile yeniden yaratılarak, kendi öz gerçeğinden ve kimliğinden kopartılması ve yeni bir kimliğe, yeni bir gerçekliğe kavuşturulması, yani yabancılaştırılması eylemidir.
Örneğin, doğal yaşam içinde, yağmur, rüzgar, toprak kayması, erime vb. etkenlerle biçim değiştirmiş doğa harikaları vardır. Heykele benzeyen kayalar, yataklarını değiştiren ve hayranlık yaratan görünümler çizen ırmaklar, çağlayanlar, yıllarca uğradığı değişikliklerle çarpıcı özelliklere sahip ağaç kökleri vardır. Bunların hiçbiri sanat eseri değildir…
Tesadüflerin yarattığı sanat olamaz; sanat, bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, heyecanın, tutkunun sonucu vardır. En etkin toplumsal ya da bireysel olayları kendi gerçekliği ve kendi bütünlüğü içinde aktarmak da, onun sanat eseri olması için yeterli değildir. Belgesel çalışma ile sanatsal çalışma ayrı iki şeydir. Sanatçıya, “sanatçı” sıfatını kazandıran şey, onun bilinçli sanatsal eylemi ve yarattığı şeye kattığı büyüdür. Bir anlamda, hayatın sihrini, gizini, hayatın içinde saklı olup da herkesin göremediği şeyi yakalamadan ve onu yeni bir biçimde yaratmadan sanatçı olunamaz. Çünkü sanatçılık bir teknik sorun değildir.
Sanatçılık, bir tutku, delice heyecan, bilinçli eylem, kararlı çalışma ve toplumun resmi anlayışlarına, ideolojik kalıplarına, geleneksel tanımlarına meydan okuma işidir. Her sanatın ve her sanatçının kendine özgü ve çalışma yöntemi, onun yaratıcılığının sadece araçlarıdır.
Sanatçı bir yaratıcıdır ve ürünlerini yaratırken, bir yanıyla tükenir, bir yanıyla da kendini yeniden yaratır. Kendini yeniden yaratmak, kendini aşmak, kendini boyutlandırmak demektir. Kendisiyle, toplumla özdeşleşen bir sanatçı kendisini yeniden yaratamaz, tükenir. Sanatçı, aynı zamanda, toplumdaki çeşitli sorunların, arayışların da sözcüsüdür. Bu anlamda, cesaret ve kararlılık, sanatçının kişiliğini belirleyen belli başlı ögelerden ikisidir.
Bazı sanatçılar kendilerini yeniden ve yeniden yaratamazlar. Kendilerini belli sınırlar içinde tekrarlarlar. Kendini aşamayan bir sanatçıyı bekleyen tehlike esnaflıktır.
Kendini, insanı, toplumu ve bir bütün olarak dünyayı tanımasının ve değiştirmenin bir aracı olarak sanat…
Sanatın ve sanatçının kaynağı yaşadığı hayattır. Ancak sanatçı, yalnızca kendi yaşamı ile yaratıcılığını sınırlayamaz. O, hayatı gözlemeli, ona tanıklık etmelidir. Kitap, sinema, gezi, insan ilişkileri ile dolaylı bilgiler edinmelidir. Toplumsal, siyasal hayatın çalkantıları, ahlaki sarsıntılar, umutzusluk, hayal kırıklığı, özlem vb. onun için hammaddelerdir. Bu hammaddelerin sanatsal bir değere kavuşması için, sanatsal eylemin ateşinden geçmesi, özüne uygun biçimi bulması gerekir.
Sanatçı, kendi içindeki ve kendi dışındaki ilişkiler, duygular bütününü yeniden üreten insandır, dedik.
İşte bu noktada, bilinçli seçim, bilinçli eylem, siyasal-ideolojik doğruluk, sanatçının hem kişiliğini belirler, hem de onun kişiliğine ve sanatına damgasını vurur. Sanatçıların ilgi alanları ile, onların özel sosyal-siyasal konumları, yetişme koşulları arasında kopmaz bir bağ vardır. Bu anlamda, her bireysel eylem, aynı zamanda, siyasal ve ideolojik bir tavırdır. Her sanatsal eylem de siyasal ve ideolojik bir tavırdır. Bu anlamda sanat, içeriği ne olursa olsun, siyasal bir eylem aracıdır. Sanat eserine niteliğini veren öz, yaratıcısının taşıdığı ve eserine yansıttığı dünya görüşüdür. (5)
Yılmaz Güney’de kültür ve sanat tezli ve taraflıdır fakat slogancı değildir…
Yılmaz Güney’in sanatının tezli ve taraflı olduğu meselesi bu sorunu tartıştığı hemen her yazısında vardır. Sosyalizm safında yer alan pratik tutumu da bunu ortaya koymaktadır. O, çeşitli yazılarında, kendisiyle yapılan röportajlarda, çeşitli etkinliklerde yaptığı konuşmalarında bu konuya değinmeye özel bir önem vermektedir.
İşte, bu konudaki bazı tavırları:
“Devrimci sanat, devrimci mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır; ondan doğar, onu etkiler ve onun gelişim sürecinden etkilenir. Ancak, iyice vurgulamalıyız ki, sanatın kendine özgü bir dili, kişiliği ve kendine özgü bir işlevi vardır. Sanat ve sanatçı, devrimci mücadele süreci içerisinde sekterizme, dogmacılığa, dargörüşlülüğe, kabalığa ve ısmarlamacılığa karşı kendi kişiliğini titizlikle korumalıdır. Koruyamazsa, zaten sanat olmaktan çıkacaktır sanat. Devrimci görevini ve etkinliğini yerine getiremeyecektir. Sanatı, kuru bir ajitasyon-propaganda aracı, bir slogan bileşimi olarak görmüyoruz.” (6)
Yılmaz Güney, Kayseri Konuşmaları’nda da aynı konuya değinir ve şunları söyler:
“Sadece doğru fikirleri ve toplumsal yaşamı, hikaye, şiir, roman, film vb.kalıplar içinde kabaca yansıtan, sanatı kuru slogan düzeyine indiren tutum, niyeti ne olursa olsun, devrimci sanat adına layık olamaz. Böylesi ucuzluklarla çok karşılaşacağız. Ve böylesi ucuzluklarla mücadele etmek devrimci görevdir.(7)
Proleter kültür ve sanat, insan toplumunun geçmişinde var olan kültür sanat birikiminin üzerinde yükselir; geçmişin kültüründe yeni ve ileri olanı eleştirici tarzda üzerlenir, geliştirir, kendi kültürünün parçası haline getirir…
Yılmaz Güney bu doğru marksist yaklaşımla uyum içindedir. O, bir yandan “devrimci sanat kaynağını halktan alır” derken, diğer yandan “geniş kamuoyuna egemen olan ideolojik-toplumsal-siyasal değer yargılarını bir ölçü değil, savaşılması gereken duvarlar olarak görüyoruz.” demektedir. Bu tespitleriyle o, toplumun geçmişinde var olan kültür sanat birikiminde ileri olan yanlara sahip çıkmakta, geri olan yanlara karşı da mücadele yürütmektedir.
Bu bağlamda söylediklerinden bir bölüm aktaralım:
“Sanat ve Kültürde, yaratıcı çalışmamızın kaynağı halktır, halkın devrimci mücadelesidir. Devrimci sanat kaynağını halktan alır, ürünlerini halka götürür. Karşılıklı etkileme ve etkilenme süreci içerisinde halk sanatın… sanat da halkın gelişmesine yardımcı olur” (8)
“Hiçbir tasarı, istek ve karar toplumsal hayatta karşılığını bulmadan maddi güç haline dönüşemez. Maddi güç haline gelebilmenin tek yolu, kitlelerin ve hayatın isteklerine doğru cevaplar vermekten geçer; öne süreceğimiz görüş ve önerilerin, hayatın yasalarına uygun olmasından ve kitleler tarafından sahiplenmesinden geçer. Ancak, büyük çoğunluğun, şu ya da bu siyasi kavrayışla, çeşitli ideolojik sapmalarla koşullandığını, dinsel siyasal, toplumsal değer yargılarına sahip olduklarını baştan kabul etmek gerekir. (…) Doğaldır ki, her yeni düşünce, başlangıçta, yerleşik düşünce ve anlayışlar karşısında zayıf kalabilir. Yolunu açmakta, gelişmekte zorluk çekebilir. Bu konuda güvendiğimiz müttefikimiz hayatın kendisi ve Marksizm olacaktır. Geniş kamuoyuna egemen olan ideolojik-toplumsal-siyasal değer yargılarını, içinde hareket edeceğimiz bir ölçü değil, savaşılması gereken duvarlar olarak görüyoruz.”(9)
Yılmaz Güney, doğru görüşlerin maddi güç haline gelebilmesi için kitlelerin bunu sahiplenmesi gerektiğini ortaya koyarken bunun zorluklarını da bilince çıkarmaktadır. O, kitlelerin kabulunü sağlamak için
, anda kitlelere ters gelmeyen görüşleri ileri sürerek kitle kuyrukçuluğu pozisyonuna düşmüyor. Devrimcilik, halkçılık adına“Halkımız ne diyorsa o doğrudur” vb. yönde hareket edenlerden, kitlelerce benimsenmesi için kitlelerin hoşuna giden tavır takınanlardan değil. Tersine bu görüşe, doğru bir temelde darbe vurmaktadır. Kitlelerde hakim olan kültürün egemen sınıfların kültürü olduğu bilncindedir. Bu nedenle o, “geniş kamuoyuna egemen olan ideolojik-toplumsal-siyasal değer yargılarını, içinde hareket edeceğimiz bir ölçü değil, savaşılması gereken duvarlar olarak görüyoruz.” diyor.
Devamında; “Egemen kültür, egemen sınıfın kültürüdür…” ara başlığı altında sorunu şöyle açımlıyor:
“Bilinen bir gerçektir ki, bir topluma egemen olan ideoloji, kültür siyasi anlayış, yaşama biçimi ve değer yargıları, o topluma egemen olan sınıf, ya da sınıfların damgasını taşır. Öte yanda, ezilen sınıf ya da tabakaların ideoloji, siyaset ve toplumsal görüşleri, varlıklarını baskı altında sürdürürler. Sınıflı toplumlarda, bütün sınıflar hayatın her alanında birbirleriyle mücadele ederler. Hedef olarak önümüze koyduğumuz ideoloji, kültür, siyaset, felsefe, birer üstyapı kurumu olarak ancak onun dayandığı maddi ve toplumsal temelle birlikte ele alınmalıdır. Altyapısı yıkılmayan hiçbir üstyapı kurumu yıkılmaz. Üstelik üstyapı kurumları, maddi temelleri yıkılsa bile, çok daha uzun ömürlüdürler.” (10)
Yılmaz Güney’in sanat anlayışı enternasyonalisttir, özde ve biçimde devrimcidir. Bir başka ifadeyle;Yılmaz Güney, proleter kültür ve sanatı savunur…
İşte Yılmaz Güney’in tavrı:
“Marksist kültür, insanlığın bugüne ulaşan, ilerici, demokratik kültürünü, üzerinde yükseleceği miras olarak alır. Marksist kültür, proletaryanın sınıf savaşımının, çeşitli ülkelerdeki proletarya diktatörlüklerinin deneyimlerini, kazanımlarını içerir; yeni bir toplum kurma savaşının yolunu gösterir. Marksist kültürün kavranması, karşı-karşıya olduğumuz siyasal-toplumsal sorunların çözümüne her anlamda ışık tutacaktır. Tarih, nasıl ki sınıflar mücadelesinin tarihidir, marksist kültür de burjuvaziyle proletarya arasındaki sınıf savaşının kültürüdür.” (11)
Bu alıntıda da ortaya konduğu gibi YılmazGüney’in sanat anlayışı enternasiyonalisttir, çünkü; tüm insan toplumunun kültür birikiminde ileri olan yanı alır, geliştirir, onun üzerinde şekillenir; çünkü, yalnızca şu ya da bu ülkenin, toplumun değil, tüm dünya proletaryasının sınıf savaşımlarının, deneyimlerinin kazanımlarını içerir.
Devrimcidir; çünkü, sınıf mücadelesinden doğar, ileri olanı alır ve yeni bir toplum kurma savaşının yolunu gösterir…
Yılmaz Güney, devrimci sanat ve devrimci sanatçıya yaklaşımını da marksist bakış açısıyla ortaya koyar…
O, bu bağlamda şöyle diyor:
“Devrimci sanatı, devrimin hedefleri doğrultusunda sürdürülen mücadeleden bağımsız düşünemeyiz. Mücadelenin dışında devrimci sanat olamaz. Bu nedenle, devrimci sanatçı, herşeyden önce, teorik ve ideolojik bir sağlamlığa ulaşmak için çaba göstermelidir. Yani, bilimsel sosyalizmin temel yasalarını öğrenmeli ve toplumsal, sanatsal mücadelenin kılavuzu yapmalıdır. Devrimci teoriyi kavramadan devrimci sanat yapılamaz.” (12)
Yılmaz Güney, devrimci sanatın kendine özgü bir dili ve karekteri olduğunu savunur…
“Sanat tek başına devrim yapmaz, fakat doğru bir çizgiye, dünya hakkında doğru bir siyasi görüşe sahip olan bir sanatçı, eserleri yoluyla, halkla, kitlelerle çok güçlü bağlar kurabilir. Ve bu bağlar da çok siyasi olabilir. Bu anlamda sanat siyasi propaganda ve siyasi ajitasyon için yararlı olabilir; ancak ajitasyon ve propagandayı basit ve kuru anlamıyla ele almayı reddediyorum-o zaman sanat olmaktan çıkıyor. Yine bu anlamda gerçekten devrimci sanata sahip olduğumuzda, sadece kitleleri değil diğer sanatçıları da etkileyebilirsiniz. Siyasi bilinç için ortamı hazırlamış olursunuz. Bu anlamda, sanat bir silahtır, tüfektir; fakat sanatın kendine özgü bir dili vardır, sadece sanata ait olan bir dil. Bu dile tamamen ve mutlaka saygı gösterilmelidir. Sanatın diline saygı göstermezseniz, o zaman bu silah sizi öldürür. Geri tepme özelliği vardır.” (13)
Yılmaz Güney, kültür ve sanatın sınıf savaşımında bir araç olduğunu savunur…
O, bu konudaki düşüncelerini “proleter devrimci bir sanatçının görevlerini saptarken” şöyle ortaya koymaktadır:
“Herhangi bir ülkede, devrimci bir sanatçının görevlerini ve sorumluluklarını saptarken, o ülkenin tarihi, toplumsal, ekonomik ve siyasi yapısını, o ülkedeki toplumsal kurtuluş mücadelesinin düzeyini kitlelerin sanat ve kültür ilişkilerinin düzeyini doğru kavramak gerekir.
Devrimci sanatçı, devrimci tabiatı gereği militandır, yenileştirici ve değiştiricidir. Toplumsal kurtuluş mücadelesinden ayrı düşünülemez…devrimci mücadeleye organik bir biçimde bağı olmalıdır. Bu nedenle, devrimci bir sanatçı, o ülkenin devrimci mücadelesinin hedefleri ve görevleri doğrultusunda görevlerle yüklüdür. O herşeyden önce bir devrimcidir, militandır, sanatı devrimin bir aracıdır, bir silahıdır.”
(…)
Proleter devrimci sanatçı da çalışmalarını, devrimci mücadelenin organik bir unsuru olan sanatının araçlarıyla gerçekleştirecektir. Sanatın yaptığını herhangi bir bilim dalı gerçekleştirseydi, sanata gerek kalmazdı.” (14)
Yılmaz Güney, sanatçının siyasal kişiliğinden soyutlanamayacağını savunur…
O, sanatı, sanatçıyı sınıflar dışı tahlillerle açıklamaya, adlandırmaya çalışanlara da şamarı indiriyor, sorunu bilimsel olarak ortaya koyuyor:
“Sanatsal çabalar, çalışmalar, sınıf mücadelesinden ve bunun bir ifadesi olan siyasal mücadeleden kopuk ele alınamaz. Ben bir kavga adamıyım, sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş savaşının sinemasıdır. Bugüne kadar, gücümün ve bilincimin elverdiği oranda kavganın içinde yer aldım. Bu nedenle, sanatçı kişiliğimin yanında siyasi bir kişiliğim de var ve bunlar birbirinden ayrı değildir.” (15)
Yılmaz Güney kültür ve sanat alanında sosyalist gerçekçilik ilkesine bağlı kalarak olayları aktarır…
O, bir sanat eserinin konusunu hayatın gerçeğine ters işlemesine karşıdır. Toplumsal yaşamda sanatın konusu olan şey özüne uygun olmalı, olumlu olumsuz yanlarıyla ortaya konmalıdır. Yılmaz Güney, bu konuda da doğru bir perspektife sahiptir. Bu bağlamda savunduklarıyla o, sosyalist gerçekçilik ilkesine dayandığını ortaya koymaktadır:
“Sanatın ana konusu işçiler, köylüler, halk aydınları, devrimci militanlar, kısaca sosyalist mücadele süreci olmalıdır. Bu süreç içerisinde, olumlu olumsuz, sınıf dayanaklarıyla birlikte işlenmelidir. İşçiyi anlatırken patronu, köylüyü anlatırken toprak ağasını…toprak kapitalistini, devrimci militanı anlatırken kaypak küçükburjuva unsurları…polisi…bürokrasiyi ve devlet mekanizmasının işleyişini de birlikte, sınıf gerçeklerine bağlı olarak anlatmalıdır. (…)
Toplumun gelişen güçleri önündeki engelleri, engellerin idolojik, siyasi, kültürel, toplumsal niteliklerini kavratmada devrimci sanata büyük görevler düşmektedir. Devrimci sanat, sosyalist ve ilerici olanı ele alırken, gerici ve olumsuz güçleri gerçeğe ters düşecek biçimde ele alırsa, küçümserse, ya da olduğundan çok önemserse hayalci olur, oportünizme kayar, devrimci görevleri yerine getiremez. Aynı zamanda, devrimin zaaflarını vurgularken, bu zaafları da ne abartmalı, ne de küçümsemelidir. Devrimci sanat, devrim güçlerinin yarına duydukları inancı pekiştirirken, devrimin önündeki zorlukları da objektif olarak belirtmelidir.” (16)
Yılmaz Güney, kapitalist toplumda sanatçının konmunu doğru bir biçimde gözler önüne seriyor…
“Kapitalist toplumda herşey alınır, satılır. fieref, ahlak, namus, ün…her şey. Geçerli tek değer ölçüsü paradır. Ünlü olan, ününü şu ya da bu biçimde paraya çevirmek isteyecektir. Kapitalist toplumda olağan ve doğaldır bu. Kadının ve erkeğin, cinslerine ve cinslerinin avantajlarına göre ünlerini değerlendirme yolları vardır. Üstelik çeşme akarken kovasını doldurmayan “enayi”dir.
fiu ya da bu daldakiler için değil, genel anlamıyla, bir sanatçı için sorun, sömürüden yana mı, yoksa karşısında mı yer alması sorunudur. Sorun, sömürü çarkının süslü bir vidası mı, yoksa sömürü çarkını kırmanın yağlı, gerekirse kanlı bir vidası mı olmaktır. Kendi varlığını ve rahatını, sömürü çarkının işlemesinde görenler, elbetteki bu düzenin türküsünü söyleyecekler, ünlerini, yeteneklerini ve güzelliklerini, toplumsal ilişkilerini kapitalistlerin emrinde, kendilerine çeşitli nedenlerle yakınlık duyan, sınıf bilincine henüz ermemiş halk kitlelerini aldatmak için bir etki aracı olarak kullanacaklardır. Burada tayin edici olan sanatçının niteliğidir.”(17)
Yılmaz Güney, sosyalizmin kültür ve sanat alanında gelişmenin toplumsal temellerini hazırladığını doğru olarak tespit eder ve savunur…
“Sosyalizm, boyunduruk altına alınmış, insani yetenekleri prangalanmış emekçi kitleleri her türden sınıf baskılarından kurtarmayı amaçlar; onları özgür, bütün yönlerini geliştirme olanaklarına sahip kılmayı amaçlar. Sadece ekonomik bakımdan değil, aynı zamanda zihinsel, ruhsal ve kültürel zenginliğe kavuşturmayı da hedefler. İnsanın duygularını, düşüncelerini geliştirir; çağdaş bilimin ve tekniğin olanaklarını onların emrine sunar. İnsanları, her yönüyle, eski dünyanın etkilerinden kurtarır, bütün boyutlarıyla geliştirir ve bu gelişmenin sürekliliğini sağlayacak maddi koşulları hazırlar, sınıfsız topluma geçiş aşamasının gereklerini yerine getirir.” (18)
Yılmaz Güney’in bu tespitlerinin ardından söylenecek söz şudur:
Bunun için mücadeleye değer!
Yılmaz Güney, mücadelesiyle ölümsüzleşen komünist bir sanatçıdır. O, mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak!
GÜNEY dergisi onun kültür sanat alanında çizdiği hatta ilerliyor!
Haziran 1999
DİPNOTLAR
1) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I, s.13
2) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I, s.10-11
3) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I, s.12
4) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt III. s.8-9
5) (Güney Filmcilik San. ve Tic. A.fi. Yayınları, Yılmaz Güney Dizisi, İNSAN, MİLİTAN VE SANATÇI YILMAZ GÜNEY, sf.106-108)
6) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt III. s.4
7) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I. s.21
8) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I. s.17
9) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt III.s. 3
10) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt III. s.3-4
11) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt III. s.12
12) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I. s. 20
13) (İNSAN, MİLİTAN VE SANATÇI YILMAZ GÜNEY, sf.35-38)
14) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I. s. 15
15) (İNSAN, MİLİTAN VE SANATÇI YILMAZ GÜNEY, sf.35)
16) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I. s.16
17) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I. s.9
18) Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt I. s.21