Makale - Tez

Endüstriyel kültür, İşçi Filmleri Festivali ve alternatif yol

A. Haluk Ünal

15. İşçi Filmleri Festivali (İFF) bitti ve geldiği nokta itibariyle, arkasındaki yaratıcılar hem kutlanmayı hem de arkasında bıraktığı deneyimleri değerlendirmeyi hak ediyor.

Soyutlamaların tamamı, hayatta gerçekleşen pratiklerden hareketle yapılır ve biz özgürlükçüler için önemli bir olayı ya da olguyu analiz etmek, onu anlamlandırmak, ilham verici örnek değeri varsa buna ilgili herkesin dikkatini çekmek, faaliyetimiz en temel yönlerinden biridir.

Ben de bu yazıda İFF’nin 15 yıl sonunda geldiği noktada, tamamıyla dijital mecrada yaptıkları festivalle birlikte biz özgürlükçülerce nasıl anlamlandırılması gerektiği üzerine sesli düşünmek istiyorum.

Önce kültür endüstrisi ve bunun bir parçası haline gelen sanat sineması festivalleri karşısındaki bakışımı özetlemeye çalışacağım, sonra da festivalin bu “cephedeki” dönüştürücü potansiyeliyle ilgili önermelerimi sıralayıp, gerekçelendirmeye çalışacağım.

Kapitalist paradigmanın vücut bulma sürecinin şafağında ortaya çıkan milliyetçiliğin ve bu ideolojinin kalesi olan ulus devletlerin, endüstriyel kapitalizmin ideolojik, iktisadi, siyasi, askeri egemenliğinin yerel mümessillikleri olduğunu kabul edenlerdenim.

Bu haritayı derinlemesine olmasa da kuşbakışı görmek için Birleşmiş Milletler denilen, birleşmiş devletler şebekesi bize epeyce fikir verebilir.

Ulusçuluk ve ulus devletler ortaya çıkıp, yerküreyi parsellediğinden beri, dört bin yıldır varlığını sürdüren toplumsal üstyapıyı, yani din olgusunu yıkıp, yerine kendisi geçti. Artık kapitalizmin dini tüketim, mezhepleri milliyetçilik, tanrısı da para oldu. Geleneksel dinlerse bu yeni yapıya eklemlenerek varlığını korudu.

Son küreselleşme dalgasıyla birlikte yeryüzünde müthiş değişimler yaşandıysa da bu yazının bağlamı açısından en önemli gelişme kültür endüstrisinin küreselleşmesi ve endüstriyel kültürün, teknolojik devrimlerin sunduğu imkânlarla, gezegenin en ücra köşelerine kadar hegemonyasını kurmasıdır.

Böylelikle endüstriyel kültürün, küresel bir din olarak inşa edilmesiyle yüz yüzeyiz.

İşte bu kültürel iklimin omurgasını kültür endüstrisi oluşturuyor.

Geçmişte “kültür emperyalizmi” dediğimiz bu olgu, bizzat emperyalizm gibi artık içsel bir olgu. İthal edilmesi gerekmiyor, franchising tarzı bir modelle her yerelin diline geleneklerine uygun, yerelde üretilip, çoğaltılıyor.

İnsanlığın on bin yıldır yarattığı bütün anlamların içini boşaltarak, parayla ölçülür ve alınır satılır hale getirmek, insanlığın da gündelik hayatta para merkezli bir ahlakı ve rekabetçiliği “normal” olarak benimser hale gelmesinden daha korkunç ne olabilir.

Sermaye artık duygularımızın ve tutkularımızı endüstriyel olarak kitlesel bazda üretiyor ve tüketime sunuyor. Üretim sürecinde yarattığı tek tipleşmeyi, üretim dışı süreçlerde de pekiştiriyor.

Dünyanın onda dokuzunu oluşturan ücretli kölelerin yeni dini bu.

Endüstriyel kültürün omurgası sinema
Küresel çapta bir Kültür Endüstrisi’nin ortaya çıkışı, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra kurulan barış masalarına ABD’nin sinema kotalarını bir şart olarak sürmesiyle başlar.

Böylece Amerikan film endüstrisi, Avrupa ve gelişmekte olan ülkelerde yerel ülkelere küçük kotalar (en büyüğü Fransa %25 koparabilir) bırakarak, büyük bir sinema şebekesi oluşturur.

Endüstriyel kültür kısa süre içinde TV’ler üzerinden ikinci küresel şebekesini yaratır.

Ve zamanla bu omurganın çevresi etlendirilir, edebiyattan resme, eğlenme biçimlerimize, düğünlerden ölü törenlerine biçimlendirilir.

Asıl konumuz olan sinemaya dönersek, bu süreçte Hollywood ticari şebekesi kendi dilini, üslubunu, izleyicisini yaratarak yerküreyi kuşatırken, “sinemayı sanat yapanların” direniş mevzileri olan sanat festivalleri de son yirmi yıl içinde artık sermayenin butik pazarlarına dönüşecektir.

Meselesi olan filmler üreten herkes bir yandan festival filmciliği denebilecek bir pratiğin parçası haline gelirken, diğer yandan ödül rekabetinin öznelerine dönüştü.

Tabii ödül alacak film nedir, nasıldır, sorusuna da bu festivallerin elitist mabetlerinin ruhban sınıfınca verilen bir yanıt var.

Burada önemli olan “iyi film” kriterine ihanet edilip edilmemesi değil; asıl önemli olan, bu yapıların kendi içine bükülüp, yarattığı elitist izleyici ile birlikte, alternatif olmaktan çıkması, teknolojinin yarattığı üretim patlamasını kucaklayamaz hale gelmesi.

Sanırım beş yıl önce, “Film Forum” aracılığıyla Boğaziçi Üniversitesi’nde A sınıfı bazı festivallerin yöneticileriyle bir panele katılmıştık. Sundance yöneticisi bir önceki yıl festivale yirmi bin (20.000) proje başvurunca inceleyemediklerini, büyük çoğunluğuna özür e-mailleri yazdıklarını anlattığında, bazı meslektaşlarıma “Konvansiyonel festivaller bitmiş, yeni bir yol açmak lazım” demiştim. İşin butik sermaye, festival, devlet ilişkileri kısmına da hiç değinmeyeceğim, o boşluğu siz doldurabilirsiniz.

İşte, mevcut sistemi, kapitalizmi bir “normal” olarak kabul etmiyor, ancak bunun ötesine geçen bir dünyanın, insanın gerçek özgürlük, mutluluk ve refahına bir köprü olacağına inanıyorsanız; mücadelemizin siyasi, askeri, yönlerinden daha temel olan kısmının endüstriyel kültüre karşı mücadele olduğunu da görmeniz gerekir.

Toplumsal devrimler, kültürel birer devrim olarak gerçekleşmiyorsa, salt askeri, siyasi hatta iktisadi kanallarda kazandığınız zaferlerin kalıcı olma ihtimali de olmuyor.

Meseleye bakış açımı olabildiğince basitleştirerek özetlemeye çalıştım.

Bu perspektiften hareketle de İşçi Filmleri Festivali’nin geldiği noktada kültür endüstrisi karşısında anlamlı, yol açıcı bir örnek yarattığını, geliştirilmesi, zenginleştirilmesi ve örnek alınması gerektiğini ileri süreceğim.

Rekabetsiz festival
İFF, ortaya çıktığı günden itibaren butik sermayenin ve elitizmin hegemonyasına girmiş festivallere çok önemli bir noktada alternatif bir tutum takındı; rekabeti ortadan kaldırmak.

Rekabet, zaten kapitalizmin öğrettiği en büyük kötülüklerden biri. Daha ötesi gerçek sanatçılar için hiç mi hiç kabul edilemez bir teklif.

Gerçek sanatın üç kadim ödülü var; birincisi acı söyleyebilen gerçek dost meslektaşlarca getirilen eleştiri, ikincisi kitlelerce gösterilen takdir, üçüncüsü de zamana dayanıklılık.

Bunun dışında jürilerin eline teslim edilen kaderlerimiz, bir özgürlükçü için iki temel gerçeğe karşı unutmakla eşdeğer.

Birincisi; jüriler sayısı belirli, her biri belirli bir prizma özelliği taşıyan sinemacılardan oluşur. Mesleğin doğası gereği -ki bunu aslında her bir insana da teşmil edebiliriz- bu prizmaların her biri ışığın farklı biçimde kırıldığı objelerdir.

Jüriler, uzun ve güçlü pazarlıklar sonunda bir ortalamada uzlaşır ve ödülleri dağıtır.

Bu, neyin kriteri olabilir? Sanatçıya hangi ilhamı verir?

Bence artık, uluslararası dağıtım şirketleri ve TV satın almacıları için etkili bir kriter oluyor çoğunlukla.

Öte yandan her ödül bir sonraki yarışmada ödül almanın kriterlerini sunmaya, film standardı haline gelmeye başlar.

Daha da kötüsü, film endüstrisi içinde bu ödüllerin sayısına bağlı hiyerarşiler, iktidarlar oluşur.

Bir özgürlükçü için bu da kabul edilemez bir pedagojidir.

İşte İFF, rekabetsiz bir festival yaratarak, bu pedagojinin yerine özgürlükçü, dayanışmacı bir pedagojiyi koymuş oldu.

Bağımsız festival
Sponsorunuz varsa, sermayeden bağımsız olamazsınız.

Oysa üretimini “sanat sineması, festival filmi” olarak adlandıran, üçüncü kişilere böyle söz eden genç meslektaşlarımızın kahir ekseriyetinin sevdiği bir diğer adlandırma da “bağımsız sinema”dır.

Oysa bu sistemde bağımsızlık epeyce lafta kalır.

Bir kere her yönetmenin çekmeceleri onlarca iyi hikaye ile doludur ama karar aşamasında -aileden rantiye değilse- “Hangi hikayem bu günlerin festival trendlerine uygun ve parayla kolay buluşur?” sorusuyla yüzleşmeyen kaç profesyonel çıkar?

Match Factory son beş yılda hangi filmlere yatırım yapmış diye bakmayan var mı? Yönetmen bakmasa, yapımcısı bakmıştır mutlaka.

Acaba bu arada hangi gayri ahlaki, çöp dizilere ya da reklam filmlerine ter akıtmıştır, “kutsal filmini” yapabilmek için? Hangi cahil ve küstah TV yöneticisinin karşısında yutkunmak zorunda kalmış, ezilmiştir.

Üretimden, pazarlamaya, dağıtıma, gösterime varıncaya kadar bütün çevrim bağımsız değilse siz de zihnen bağımsız olamazsınız.

İFF, 15 yıldır festivalin hem mutfağında, hem paylaşımında sermayeden gerçekten bağımsız, bir gönüllüler ordusuyla bu işi yüklenerek, gerçekten bağımsız bir festival yaratmayı başardı.

Siyaset-sanat ilişkisi
Şu ana kadar özetle sıraladığım özelliklerin bence en önemlisine geldik.

2018’de bloğumda kaleme aldığım bir yazıda “Sanat neden hala siyasetin kenar süsüdür?” diye sormuştum. Meraklısı okuyacaktır, ama buraya bir bölümünü aktarmak iyi olabilir.

“Değerler mücadelesi kültürel alanda gerçekleşir ve lokomotifi sanat, öncü savaşçısı da bağımsız sanatçılardır. Çünkü iyi sanat, bu toplumun bağrında ortaya çıkmış, gelecek toplumun öncülü olan olgulardandır.

Kapitalizmin ötesinde bir toplumun hayalini kuran bizlerin öğrenmesi gereken en temel şey, kapitalizmin bağrında ortaya çıkan hangi olgu oluşum ve ilişkiler gelecek toplumun öncülleridir, ayırt etmektir.

Cümleyi ister Marksizmin, ister ‘demokratik modernite’ paradigmasının sözlüğüyle kurun, ikisi de size bir ve aynı şeyi söyleyecektir; iyi sanatı ve sanatçıyı toplum mühendisliğiyle yaratamazsınız.”

Siyasetin, gelenekten en azından bir noktada ayrışıp, sanatı partinin uzantısı, propaganda aracı, kadro devşirme alanı görmekten vazgeçmesi çok önemlidir.

Ancak bununla da yetinemeyiz, çünkü 1989 yenilgisi sonrasında sol siyasetin gücü öyle tükendi ki, sanat üzerinde tahakkümü epeyce azaldı. Ama bu kez sanatçıyı kültür endüstrisinde yılgıya terk etmek moda oldu.

“Devrimci, politik veya iyi sanat” bir amatör uğraşı değildir ve olamaz.

Sanatçı için bir yaşam biçimi, bir takım oyunu haline gelmemiş sanatın başarısı da imkânsızdır. Bu, profesyonel bir uğraştır.

Sanata kenar süsü olarak bakan siyaset, dün üyesi, taraftarı olan sanatçıya nasıl sanat yapacağını dayatırken; bu gün, mealen “Git nasıl para bulursan bul, nasıl üretirsen üret” demeye başladı.

Üretip getirdiğinde ise bu kez, “Nereden çıktı bu bilet parası, gösterim bütçesi, burjuva sanatçısı mısın sen?” diye azarlayabiliyor.

Bu, aslında sanatçıyı kapitalizme teslim etmenin ta kendisi; entelektüel potansiyelini tüketmenin en acımasız yoludur.

Aslında siyaset, bu alana kenar süsü olarak değil de, ana cephelerden biri olarak baksa, bütün cephelere nasıl para yetiştiriyorsa, buraya da yetiştirir ama zaten sanatçının temel beklentisi üretim fonları değil, tüketim organizasyonudur.

Sözün tekrar İFF ile illiyetini kuruyorum; örneğin bir sinemacının asıl ihtiyacı olan, ürettiği filmin tanıtımını, pazarlamasını, kitlelere ulaştırılmasını sağlayacak şebekedir.

Çözüm nedir?

Çözüm, üretim, dağıtım, gösterim çevriminin baştan sona bağımsız bir biçimde kurulması yani alternatif bir sanatsal üretim, tüketim mecrasının yaratılmasıdır.

Üstelik bunun yerele ve yerel dillerden birine hapsolması da gerekmez, küresel çapta yapılması teknik olarak mümkün.

İFF, sunduğu şebekeden bir kaynak yaratmayı planlamadı, belki bundan sonra da böyle devam isteyecektir. Ama yarattıkları pratik bize, kaynak yaratmayı planladığımızda ne yapacağımız, nasıl yapacağımız konusunda çok önemli kanıtlar sunuyor.

Alternatif sinema şebekesi
Buraya kadar ileri sürdüklerimi, İFF pratiği zemininden kanıtlarla destekleme çabamı sürdüreyim. Yukarıdaki, “Küresel kültür endüstrisinin omurgasını sinema endüstrisi oluşturur” saptamasını şöyle görünür bir yere iliştirelim ve orada dursun.

Sonra da bir önceki paragrafta yazdıklarımı daha anlaşılır kılmak için biraz daha derinleşmeye çalışayım.

Film üretiminin en zorlu ve en pahalı noktası sanılanın tersine tüketiminin örgütlenmesidir. Yani pazarlama, tanıtım ve dağıtım kısmıdır.

Bu mecralar öylesine büyük sermayeler gerektirir ki, kapitalistler dağıtım ve gösterim zincirlerinde kurdukları tekellerle, üretim üzerinde de hegemonya kurarlar.

Bırakın ticari tekelleri butik sermaye de kaçınılmaz olarak ticaretin mantığına göre varlığını sürdürmeye çalışır.

Örneğin son filmim Avrupalı çok iyi ve başarılı bir ajans tarafından pazarlanıyor. Ama filmin gelirlerinin %35’ini onlara vermezsek yaşamaları mümkün olmayacaktır.

Türkiye’deki film festivallerinin tamamı, dünyadakilerin büyük çoğunluğu da söz ettiğim türden alternatif bir çevrimin durakları olmaktan çıkmış durumda.

İFF’nin bu yıl gönüllü emek ve ayni katkılar dışında festivalin maliyeti 200 (iki yüz) Türk lirası.

Ama arkasındaki siyasi gönüllü emeği fiyatlandıracak olsak, çok ciddi bütçeler ortaya çıkabilir. Profesyonel festival bürokrasileri bunu başaramaz.

İFF’nin sırrı ise, arkasındaki “siyasi” dayanışma ağları. Böyle bir mecranın yaratılmasını gerekli görmüşler ve 15 yıllık pratiklerine baktığımızda da “arkasındaki siyaset” festivale bayrağını dikmeyi öncelik saymamış.

Festivalin film seçim kriterine “işçi filmi” diyorlar, ben “meselesi olan filmler” dediğimde olumlu tepki vermelerinden de anlıyorum ki, benzer kriterlerle hareket ediyoruz.

2014’te ilk işbirliğimiz “Küçük Kara Balıklar” filmimizle olmuştu. Filmin galasını hep gururla yad ederiz ki TİHV üstlenmiş, İFF de filmi 30 merkezde, açık hava ve kapalı üniversite, belediye kültür merkezi gibi salonlarda binlerce insana ulaştırmıştı. Oysa Türkiye’nin o yıllardaki koşullarında bile filmi bizim böyle geniş kitlelere ulaştırmamış mümkün olmazdı.

Bu tanıtım rüzgarının arkasından sıcağı sıcağına filmi Vimeo kanalımıza koyup, ücretsiz gösterime açtığımızda da yüz bine yakın insan izlemişti. YouTube vb. sayıları da geçiyorum. “Kürdistan’da Çocuk Olmak” temalı bir belgesel için müthiş rakamlar değil mi sizce de?

Peki, bu kadar parasız bir festival için, otuz merkezde filmin gösterimin sırrı nedir? Elbette yine yolumuz böyle bir çalışmayı önemseyen “siyasi ağlara” çıkıyor.

Aslında “siyasi ağların” bu örnekte yaptığı, hiç bir sanatçının yapamayacağı; alt yapı ve tanıtım.

Düşünün bir de yalnızca Türkiye’deki bütün “siyasi ağların” bu konuda işbirliği içine girdiğini.

Çünkü “alternatif sanat” politiktir, sınıfsaldır ama işçi sınıfının farklı sektörlerinin rekabet alanı olamaz.

Sinemanın dağıtım ve tanıtımı için kooperatifleşmeye gittiklerini, kar amacı gütmeyen kurumlar oluşturduklarını düşünün.

Yine küçük bir örnek, Drama İstanbul film atölyemizin ilk filmi olan “Saklı Hayatlar” Türkiye’de 2011’de vizyona girdiğinde profesyonel bir dağıtımcıyla 25 sinemada 50 bin bilet kesilmişti.

Ama Almanya’da Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) filmin çok etkin bir tanıtımını, ve bilet satışını üstlendiğinde 17 şehirde birer hafta vizyonda kalmış, 50 bin biletli izleyiciye ulaşmıştık. AABF’den bir kuruş talep etmediğimiz gibi gelirden mütevazi bir pay bile verebilmiştik.

O gün bizim filmle dağıtımcılığa başlayan AF-Medya da şu anda Avrupa’da Türk filmlerini dağıtan tek kuruluş durumunda.

Demem o ki, yazının başında özetini sunduğum kültürel mücadele perspektifinin ışığında DİFA olarak bütün bu tecrübeleri inşa ettik.

Daha ötesi, bu gün Avrupa’da örneğin İngiliz Sendikalar Birliği, CGT vb. sendikalarla ilişki kurup, kalıcı bir gösterim ağının kilometre taşlarını döşemeye başlamanın önünde – zihniyet dışında- hiç bir engel yok. Yeter ki siyaset, sanatı kenar süsü görmekten vazgeçsin ve mülksüzlerin, emekçilerin örgütlerinin rekabetini ahlaken tarihin çöplüğüne yollasın. En azından sanat alanında.

Dijital festival
Son olarak bu yıl zorunluluklar nedeniyle İFF’nin dijitalize olmasına aynı açıdan bakmak istiyorum. Elbette film, sinemada izlenir, izlenmelidir. O büyünün yerini hiç bir şey tutamaz. Ama günümüz home sinema teknolojilerini de küçümsemek benden ırak olsun. Film iyi bir düzenekle evde de çok güzel izlenebilir.

Bu yıl salgın nedeniyle az kaldı festivali erteleyecekken -gelenekçi sinemanın sesi gür çıkmış- dijitale dönme kararı almakla, yukarıda anlattığım prototipe çok önemli bir katkıyı daha kastetmeden yapmış oldular.

Kastetmeden dediğime bakmayın, festivalin yönetimindeki teknolojik bilgi birikimini yakinen öğrenme fırsatım olmuştu. Yani işin dijitale dönmesi onlar için çok hızlı ve “kolay” olmuştur.

Bugüne kadar yapmadılarsa da gelenekçi sesin gücündendir sanıyorum.

Gelenekçi sesle ilkesel bir zıtlığım elbette yok, ama geleneğin geleceğe de uyumlu olması beklenir. Şimdi bakalım bu yıl ne oldu?

Gelenekçiler de varsaysınlar ki bir iki yıl sonra olabilecek biçimde, filmler aynı zamanda açık hava ve kapalı salonlarda gösteriliyor.

Ama dijitale geçişle birlikte İFF, artık dünyalı bir festival haline geldi.

Bir sonraki yıl “player” seçerken Netflix gibi her filmin altına dil seçenekleri koymaları basit teknik bir seçenek. Örneğin ben bütün 8 aylık mülteci olmanın zorluklarına rağmen, İsviçre’den canlı online açılış gecesine katılabildim.

Bu gün dijitale geçtiğiniz anda dünyalı bir zemine geçersiniz, yeter ki bunun farkında olun. Bu hep böyleydi ama 2020 de dünyalı olmadan sanatçı nasıl olunur ben bilmiyorum.

Kaldı ki ben, yazıda İFF’yi kanıt olarak sunsam da tartıştırmak istediğim salt festival modeli değil. Dijitalle de desteklenen bir gösterim şebekesi.

İFF benim baktığım yerden bunun için güçlü bir örnek sunmuş oldu.

Böyle bir şebeke, kâr amacı gütmeyen moderatör bir kuruluşu, çalışanlarını, ayakta tutacağı gibi, filmlerin gösterimlerinden bağımsız sinemacılara, bağımsız kaynak aktarabilir.

Özellikle Avrupa’da yerel sendikaların, partilerin salon ve tanıtım desteği verdiği bir gösterim ağı, yalnızca Anadolu ve Mezopotamya’nın değil, Avrupa’nın devrimci sinemacılarına da çok önemli bir mecra yaratacaktır.

Siyasetin bu alanın önemine varması, milyonlarca demokratı, devrimciyi de bu tür şebekeler etrafında dayanışmaya, tüketimlerini bu mecralar üzerinden yapmaya yönlendirecektir. Böyle bir şebeke başta sinema filmleri için gerçekleşir, ardından konserleri, tiyatroları, kitap fuarlarını da sürükleyebilir.

Bütün devrimler, bu günden başlayan, kesintisiz ilerleyen, kültürel dönüşümlerdir. Siyasi veya askeri alanlardaki zaferlerin kalıcılığı için gereken çimento sanatla taşınan özgürlük kültürüdür.

Hayal gibi mi duruyor?

Bu gün gerçek dediğiniz, iyi ya da kötü her şey, bir zamanlar, bir yerlerde, önce hayal edildi!

(Bu yazı Mayıs 2020’de sendika.org sitesinde yayınlandı)

Başa dön tuşu